12 Eylül

Yukarıdaki soruların cevaplarını yazmaya başlayınca sonraki soruların cevaplarını de içerdiğini gördüm. Soruların tek tek ele alınması halinde zorunlu olarak çok tekrara düşülecekti. Zira sorular aynı konunun değişik yönlerini sorguladığı için birbirine geçmiş halkalar gibidir. Bu yüzden beş sorunun bütün soruların cevaplarını içerdiğini görünce bunun yeterli olacağını düşündüm.

 

1- 12 Eylül neyi amaçladı?

2- Peki amacına ulaştı mı?

3- Karanlığın sembolü 12 Eylül’ün Ergenekon ile olan ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?

4- Türkiye’yi 1980 darbesine götüren süreçte sahnelenen Maraş, Çorum, Malatya, Sivas olayları ve ülkeyi derinden sarsan suikastları nasıl değerlendiriyorsunuz?

5- 1990 sonrası sahnelenen Gazi ve Sivas olayları da aynı mantığın ürünü mü?

6- Darbenin yapılmasının hemen ardından ABD Başkanı Jimmy Carter’a, CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze’a telefon açıyor ve “ Bizim çocuklar başardı” diyor. Bu ne anlama geliyor?

“CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze aynı zamanda “Türkiye’yi ve Türkiye gibi İslam ülkelerini ılımlı bir islami rejimle yönetmek en doğrusudur” tezinin sahibidir.

 

7- Ülkenin 12 Eylül’e hazırlanmasında medyanın rolü nedir?

8- IMF’nin dayattığı ‘24 Ocak Kararları’, 12 Eylül Darbesiyle birlikte yürürlüğe girmesi tesadüf müdür?

9- 12 Eylül’ün çalışma hayatına en önemli yansıması ne olmuştur?

10- 12 Eylül sendromu bugün aşılabildi mi?

11- Darbenin hukuksal ve sosyal kalıntılarının temizlendiğini söylemek mümkün mü?

12- Darbecilerin siyasi duruşu, ideolojisi nedir?

13- Darbe öncesi Kürt derneklerinin şiddetle ilgisinin olmadığını görüyoruz. Ancak 12 Eylül sonrası PKK ile bu sürecin değişmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

14- 12 Eylül darbesinde aktif siyasette bulunan 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in tutumunu nasıl okumak gerekiyor?

15- ‘1 Mayıs 1977 sorgulanıp, aydınlatılsaydı 12 Eylül olmazdı’ tezine katılıyor musunuz?

16- Bugün 12 Eylül mağdurlarının Ergenekon ile imtihanını nasıl değerlendiriyorsunuz?

17- Katliamlar, işkenceler ve hukuksuzlukların içinden ‘tanık’ olarak çıkan biri olarak bugünün gençliğine vereceğiniz en önemli mesaj nedir?

 

 

 

 

 

 

 

 

GİRİŞ

Yukarıdaki soruların cevaplarını yazmaya başlayınca sonraki soruların cevaplarını de içerdiğini gördüm. Soruların tek tek ele alınması halinde zorunlu olarak çok tekrara düşülecekti. Zira sorular aynı konunun değişik yönlerini sorguladığı için birbirine geçmiş halkalar gibidir. Bu yüzden beş sorunun bütün soruların cevaplarını içerdiğini görünce bunun yeterli olacağını düşündüm.

 

1- 12 Eylül neyi amaçladı?

12 Eylül darbesinin neyi amaçladığını anlamak için biraz gerilere gitmek, Cumhuriyetin, yani Ulus-Devletin nasıl kurulduğuna bakmak gerekir. Çünkü büyük ölçüde İttihat ve Terakki’den devşirilen darbeci anlayışın Cumhuriyet’le inşa edilen Ulus-Devletin kuruluşunda da belirleyici rol aldığını gözlemliyoruz. Yeni devletin temelleri ve paradigması darbeyle oluşmuştur demek yanlış olmaz.

Bu ilk darbe, Anadolu topraklarının –Misakı Milli sınırları- elden çıkmasını önlemek üzere Osmanlı Devleti’nin Mustafa Kemal’in önderliğinde yürüttüğü mücadeleyi kazanmasının hemen ardından gerçekleştirilmiştir. Bu mücadele, yani resmi tarihin ifadesiyle Kurtuluş Savaşı; aslında Osmanlı sisteminin, küçülmüş bir coğrafyada varlığını sürdürmesi için hedeflenmiş son bir hamleydi. Ancak Osmanlı Devleti’nin imkanları ile kazanılan savaşın sona ermesinin hemen ardından asker kişiliğinden ve savaşı kazanmış başkomutan olarak elde ettiği prestijden güç alarak Mustafa Kemal’in önderliğinde Cumhuriyet/Ulus-Devlet için ilk darbe gerçekleştirildi. Osmanlı Sistemine tamamen son verildi ve modern bir Ulus-Devlet için gerekli görülen bütün adımlar atıldı: Birinci Meclis tasfiye edildi, Birinci Meclis’in kabul etmediği Lozan Anlaşması kabul edildi, Cumhuriyet ilan edildi, Hilafet lağvedildi ve peş peşe inkılaplar adıyla bir çok yeni uygulama hayata geçirildi.

Bu yapılanların üç önemli özelliğinden söz etmek gerekir:

1- Birinci Meclis’in çıkardığı kanunlarda, 1921 Anayasası’nda ve başta Mustafa Kemal olmak üzere hareketin önderlerinin beyanlarında Savaşın gaye ve hedefleri: “Hilafet ve Saltanatın Kurtarılması”, “Milletin İstiklali ve Devletin Tahlisi”, “Düveli İtlafiye’nin İşgalini Sona Erdirme”, “Şer’i Ahkamın Tenfizi” ve benzeri ifadelerle belirlenmişti. Yani, Osmanlı Sisteminin kalan topraklar üzerinde devamı hedeflenmişti. Ancak savaşın gaye ve hedefleri yok sayılarak kurucu iradenin paradigması kökten değiştirilmiş ve Ulus-Devletin inşa süreci başlatılmıştır. “Düşman”ın ürettiği, uyguladığı, önerdiği, hatta dayattığı bu devlet modeli kabul edilmiştir.

2- Savaşı bütün varlığıyla yürüten ve destekleyen toplum kesimlerinin içinde yer almadığı, onaylamadığı, dışlandığı, talep, beklenti ve ihtiyaçlarının dikkate alınmadığı bir harekettir.

3- Askeri gücü elinde bulunduranların tepeden inme ve baskı ile gerçekleştirdikleri bir harekettir.

 

Daha sonraki 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 doğrudan darbeleri ile pek çok dolaylı müdahale; bu ilk darbenin ortaya koyduğu hedefleri korumak, Ulus- Devlet ideolojisini ayakta tutmak için tasarlanmış ve uygulanmıştır. Dolayısıyla bütün darbeler benzer yöntemler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Bir bakıma bu darbe, sonraki darbelere model ve esin kaynağı olmuştur. Aynı zamanda rejimi korumak üzere askeri vesayetin oluşmasına da dayanak 0lmuştur.

 

Cumhuriyeti/Ulus-Devleti hem kuranlar hem koruyanlar başından beri hep askerler olmuştur. Başta Mustafa Kemal ve İsmet İnönü olmak üzere doğrudan veya dolaylı olarak askerler her zaman etkin olmuşlardır. Sistemin yönünü ve özünü ilgilendiren konularda ve kendilerince muhtemel sapmaları önlemek için, gerekli gördükleri her aşamada müdahil olmuşlardır. Siviller ise, ancak askerin koruma ve kollama çerçevesini gözeterek yönetimde yer alabilmişlerdir. Askerler, bu çerçevenin zedelendiğini düşündükleri her sefer, fiilen el koyarak doğrudan kendileri yönetimi üstlenmişlerdir.

 

Batı’nın tüm dünyada yaygın bir model olması için özellikle teşvik ettiği  Ulus-Devletler, Batı dışı dünyada hep baskı ve askeri güce dayalı rejimler olarak var olagelmişlerdir. Bunun için başta İslam Coğrafyası olmak üzere Afrika, Asya ve Güney Amerika’ya göz atmak yeterince fikir sahibi olmamızı mümkün kılar. O kadar ki, Ulus-Devlet; askeri rejim, askeri yönetim, askeri vesayet, kısaca militarizmle eş anlam ifade edecek bir kimlik kazanır olmuştur. Bunun tesadüfi olmadığı, sömürü düzeni ile ayakta duran Batı için kolaylaştırıcı bir kanal olduğu ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte hatırda tutulmasında yarar vardır.

 

Benzer şekilde Cumhuriyet’le birlikte oluşturulan Ulus-Devlet İdeolojisi, her defasında silahların koruması altında varlığını sürdürmüştür. Zaten halka rağmen oluşturulan bir sistemin, silahlı güç olmadan ayakta durması düşünülemez.

 

Bu genel ve temel amaç, bütün darbelerin ortak ve vazgeçilmez hedefi olduğu gibi, 12 Eylül 1980 darbesinin de öncelikli hedefidir. Bunun yanında, her askeri darbenin yapıldığı dönemin şartları dolayısıyla özel bir takım amaçları da olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen darbenin diğerlerinden farklı ve kendine özgü hedeflerinin neler olduğunu tespit etmek de konuyu doğru anlamak bakımından gereklidir. 12 Eylül Darbesinin hedeflerinin, Dünyada olup bitenlerden bağımsız olduğu düşünülemez. Aksine, dönemin şartlarıyla yakından ilgili, hatta bu şartların eseri olduğunu söylemek yanlış olmaz.

 

Türkiye, hassas bir jeopolitik noktada ve uluslar arası ilişkiler bakımından ihmal edilemez bir konumda bulunmaktadır. Dünyada söz sahibi olanların görmezden gelemeyeceği öneme sahip bir ülkedir. Bu nedenle Türkiye’de meydana gelen değişiklikleri, sadece iç dinamiklerin bir sonucu olarak görmek son derece yanıltıcıdır. Belki de asıl belirleyici olanın dış faktörler olduğunu söylemek daha doğru olabilir.

 

Zira Dünya egemenliğini elinde bulunduran Batı; her döneme uygun bir konsept geliştirmiştir: Coğrafi Keşifler, Rönesans ve Reform Hareketleri, Aydınlanma, Modernite, Sanayi Devrimi, Ulus-Devletler, Postmodernizm, Küreselleşme bunların önde gelen başlıcaları olup, her biri ayrı dönemleri ifade etmektedir. Ancak bütün bu dönemlerin ortak ve değişmez hedefleri bulunduğu için birbirinin devamı niteliğindedir. Aynı hattın üzerinde süreklilik arz eden bir gelişme çizgisi olarak devam etmektedir. Batı her defasında, bunlar üzerinden hegemonyasını yenilemekte, güçlendirmekte, pekiştirmektedir. Yıpranmaya, eskimeye, olumsuzlukları ortaya çıkmaya başlayan her sürecin ardından; cezb edici, ayartıcı, süslü kamuflajlarla yeni bir süreci sahneye sürmektedir. Bunu yaparken; gerçekte öncekinin bir sürümü veya türevi hükmünde olan yeni durumun öncekiyle ilgisiz ve bağımsız olduğunu ortaya koymakta ve insanlığın hayrına yeni bir gelişme olarak sunmaktadır.

 

Bu kapsamda son dönemde öne çıkan kavramlar, birbiriyle bağlantılı olan Küreselleşme ve Postmodernizmdir. Avrupa merkezli Modernite ve Ulus-Devlete karşılık, belirleyici temel özelliklerinde dikkate değer bir fark bulunmayan Amerika merkezli Postmodernizm ve Küreselleşme yeni hegemonik araçlar olarak öne çıkmış bulunmaktadır. Küreselleşme kavramını yeni kullanmasına rağmen, aslında Batı’nın  bu konudaki öngörüsü ve planlaması hiç de yeni değildir. Rönesans’la başlayan modern dönemde ürettiği bütün tezleri küresel  bir perspektife sahiptir. Dünya egemenliğini bu bakışla inşa etmiştir.

 

Örneğin; modern dönemin başlangıcı ve bilimsel bir gelişme olarak sunulan Coğrafi Keşifler, aslında keşiften ziyade küresel sömürünün ilk adımı niteliğindedir. İnsan toplumlarının yaşadığı ve başta Müslümanlar olmak üzere kimi toplumlarca bilinen yerlerin, yeni keşfedilmiş gibi gösterilmesi; Batı’nın kendini merkeze alması ve yeryüzünü kendisi için bir egemenlik alanı olarak görmesinden başka bir şey değildir.

 

Buna göre Batı’nın bilmediği bilgi değildir, diğer toplumların bilmesinin değeri yoktur. Batı’nın dışında bilim, felsefe ve tarih gelişmemişliği ve ilkelliği ifade eder. Onun için bütün toplumlar, Batı’ya ait bu alanları kendisine aitmiş gibi kabul etmelidir. Yeryüzünde başkası yokmuşçasına bilginin yegane kaynağı olarak Batı’yı almalıdır. Nitekim günümüz dünyasında bütün toplumlar, kendilerine ait insani değerler, tarih, kültür ve medeniyet yokmuş gibi, Batı’ya ait ne varsa almakta, benimsemekte ve sahiplenmektedirler. Dünyanın bütün toplumları; Batı Tarihini, Felsefesini, Bilimini, Kültürünü, Uygarlığını, kısaca bütün değerlerini, tek ve üstün bir örnek olarak kabul etmektedirler. Batı, seküler varlık tasavvurunu, alternatifsiz bir algıya dönüştürmekte çok büyük mesafeler almıştır. Bundan dolayıdır ki; alternatifsiz olarak dayattığı tasavvurun ürettiği sonuçlara ulaşmak, bütün toplumların ortak hedefi haline gelmiştir.

 

Batı’nın yaşadığımız dönemin Okyanus ötesi merkezinin büyüleyici paradigması olarak öne çıkan küreselleşme ve çerçevelediği değerlerin başında Demokrasi, Serbest Piyasa Ekonomisi, Hak ve Özgülükler gelmektedir. Bunlar eleştirilemez bir kutsallık taşıyan ve bütün insanlığın ihtiyacı olan aşılamaz üst değerler olarak sunulmaktadır. Seküler aklın ürettiği en üst nokta olarak ortaya çıkan bu değerler, hiç şüphesiz Kendi toplumları açısından büyük bir öneme sahiptir. Batı’nın gelişmiş toplumları, içselleştirdikleri bu değerler sayesinde büyük ve önemli birçok sorunlarını çözmüşlerdir. Öteki toplumların gıpta ederek ve model alarak izledikleri refah seviyesi yüksek bir toplum gerçekleştirmişlerdir.

 

Ancak Batı, ürettiği bu değerlerin kendi toplumları dışında uygulama alanı bulmasını destekler gibi durmasına rağmen, uygulamalarından ve ilişkilerinden, gerçekte bu konuda hiç de istekli olmadığını anlıyoruz. Bu noktada izlediği vazgeçilmez yol, hegemonya oluştururken önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır. Hegemonyanın değişmez amacı ise, sömürünün sürdürülebilir olmasıdır. Bu sağlanmışsa, sorun bitmiştir. Değilse bu değerlerin ardına sığınarak gerekirse güç kullanmak ve Ülkeleri işgal etmek dahil her yola başvurabilir. Bunun için; dini, felsefi, bilimsel, ekonomik, sosyal, siyasal ve benzeri bütün imkanlar araç olarak kullanılabilir. Çeşitli mekanizmalar kanalıyla iç ve dış odakları harekete geçirerek, yönetimleri değiştirebilir. Batı’ya bağımlı bir zihin yapısıyla yetiştirilen yönetici elit, askeri ve sivil bürokrasi, medya, büyük sermaye grupları bu amaçla kullanılabilir ve yönlendirilebilir.

 

Türkiye’de bir çok kez yapılan müdahalelerin bu çerçevede oluşan amaçlara hizmet etmek için planlandığı kolayca iddia edilebilir/edilmektedir.

 

Bu çerçevede Türkiye’nin küresel sisteme eklemlenmesi ve neoliberal politikaların uygulanmasına zemin hazırlamak amacıyla 12 Eylül 1980 Darbesi şartlarına itildiği bir sır olmaktan çıkmıştır. Çünkü kapalı kapılar arkasında planlanan işleri anlamanın yegane yolu, sonuçları ve daha sonra ortaya çıkan bilgilerdir.

Ortaya çıkan sonuçlar ve bilgiler, Darbe öncesi kaos ortamının düzmece birtakım senaryolarla oluşturulduğunu göstermektedir. Karanlık eller; yapay olarak toplumu sağ-sol gibi kamplara bölmüş, her gün bir çok insanın öldüğü çatışmalar yaygınlaşmış, toplum kesimleri arasında kin-nefret ve düşmanlık tahrik edilmiş, can ve mal güvenliği ortadan kalkmış, etnik ve mezhep çatışmaları kışkırtılmıştır.

Buna rağmen, 12 Eylül öncesi kaos ortamını tetikleyen ve Sıkıyönetime rağmen her gün birçok insanın ölmesine yol açan olaylar 13 Eylül sabahı bıçakla kesilir gibi sona ermiştir.

Hem sağ, hem sol kesime yönelik cinayetlerin aynı silahlarla işlendiği ortaya çıkmıştır.

Siyasi suikastlar, Kahraman Maraş, Çorum, Fatsa ve Ülkenin bir çok yerinde meydan gelen olayların, karanlık ellerce tertiplendiği, artık ilgili herkesin bilgisi dahilindedir.

İnsanların gözü önünde vuku bulan bir çok olayın failleri bulunamamıştır.

Bu tür yönetim değişikliklerini tehdit olarak algılayan ABD ve AB Ülkeleri darbeye tepki göstermemiştir.

CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze’nin Beyaz Saraya: “ Bizim çocuklar başardı” ve benzeri haberler kamuoyuna yansımıştır.

Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in şu ifadeleri Darbeyle ilgili çok önemli bilgileri ifşa etmektedir:

“Demirel, Eko Enerji Dergisi Genel Yönetmeni Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır’a verdiği röportajda 12 Eylül 1980 darbesine ilişkin değerlendirmelerde bulundu. 1980 yılına gelindiğinde 1979 yılında yaşanan ekonomik sıkıntıların ortadan kaldırıldığını, Temmuz ve Ağustos aylarında eksi enflasyon yaşandığını anımsatan Demirel, “Tek kan durdurulamadı. Kanın durdurulamayışı devletin tümüyle işlemeyişi idi. Sıkıyönetim vardı. Sıkıyönetim, Ecevit hükümetinin 1978 senesi sonunda kurduğu bir olaydı. Türkiye, sıkıyönetimlik hale gelmişti. Ve o günkü hükümet, azınlık hükümeti Türkiye’yi bu batağın içinden çıkarmaya çalışıyordu” dedi. O zamanki sıkıyönetim yöneticilerine “Siz her şeyden evvel bu kanı durdurun. Çünkü benim ikinci bir ordum yok, kanı durduracak başka güvenlik gücüm de yok. Benden ne isterseniz vereyim. Para isteyin para vereyim, asker isteyin asker vereyim. Hepsini vereyim. Yalnız benden dört şeyi istemeyin. Dersim Kanunu istemeyin. Takriri Sükun Kanunu istemeyin. Bir Tehcir Kanunu istemeyin. Bir İstiklâl Mahkemeleri Kanunu istemeyin. Çünkü bunlar denenmiştir ve bunlar çok ters neticeler vermiştir. Bunun dışında her şeyi isteyin” dediğini aktaran Demirel, şöyle konuştu:
“13 Eylül gününe kadar kan aktı Türkiye’de, ama 13 Eylül sabahı durdu. Sonra söyledim, ‘11 Eylül günü akan kan, 13 Eylül’de nasıl durdu?’ dedim. ‘Yetkimiz yoktu’ dediler. ‘13 Eylül günü yetkiniz nereden çıktı?’ dedim. 13 Eylül günü var olan yetki, 11 Eylül günü de vardı. Sıkıyönetimin bütün yetkileri vardı. Ve üzüntü ile söyleyeyim ki, 1980’nin 12 Eylül’ü devletin çöküşüdür. Yani, devlet çökmüş de birisi onu kaldırıyor değil. Devleti kendi elimizle çökertmişizdir. Ondan sonrasında da bence, Türkiye rejimi çok büyük yara almıştır ve her şeyi yara almıştır.”
-“AKAN KANLA DARBEYE MEŞRU ZEMİN YARATILDI”-
Demirel, 12 Eylül’de askerin yönetime el koymasının ardından “yeni bir düzen üzerine” devletin işlemeye başladığını ifade ederek “Komuta heyeti bir taraftan sureti haktan görünüp, diğer taraftan tertip içerisinde olmuştur. Bu tertibi de iyi kamufle etmiştir. Sonuç olarak, tarihe gömdüğümüz ve zaman içinde tarihin hükmüne bıraktığımız, özellikle altını çizerek belirtiyorum, Silahlı Kuvvetlerimizin değil, yalnızca beş kişilik komuta heyetinin kanla beslediği Darbe Planı’nın çirkin yüzünü ve kirli belgelerini biz deşmedik. Ne yaptınız? Ne devralıp ne bıraktınız? Elinizdeki yetkileri kullanıp devleti koruma ve kollama görevi yerine, devletin dibine dinamit koyanların akıttıkları kanları, ikbalinizin merdivenine basamak yaptınız” dedi. Askerin, 12 Eylül öncesinde anarşiyi, terörü, vurgunu, soygunu önleme çağrılarına kulak tıkadığını söyleyen Demirel, akan kanlarla darbeye meşru zemin yaratıldığına dikkat çekti.
-“KANLAR AKIYORDU, ÇÜNKÜ…”-
“Sayın Evren şunun hesabını vermek zorundadır. 13 Eylül günü duran kan, 11 Eylül günü niye akıyordu?” diyen Demirel, şöyle devam etti:  “Verdiği cevaplar da kurtarmaz kendisini. Kendileri daha iyi biliyor niye durmadığını o kanların. Kanlar akıyordu, çünkü Sayın Evren’in Çankaya’ya çıkması gerekiyordu. Bu ithamla karşı karşıyadır. Yani, Evren Çankaya’ya çıksın diye 11 Eylül günü o kanlar akıyordu maalesef, 13 Eylül’de de onun için durmuştu. Bakın, 1980 ne yapmıştır Türkiye’de? Siyasi partileri kapatmıştır, Meclis’i kapatmıştır, Anayasayı ortadan kaldırmıştır. İşte bu devletin çöküşüdür. Ondan sonra yeni bir devlet düzeni kurmuştur.”
-“DARBEYE ÖNCEDEN KARAR VERİLDİ, OLGUNLAŞMASI BEKLENDİ”-
12 Eylül darbesine gidişte görev süresi dolan Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün yerine yeni cumhurbaşkanı seçilememesinin de etkisi olduğu görüşüne katılmayan Demirel, “Cumhurbaşkanı seçilse ne olacaktı? Yani ihtilal yapmaya kendisini ayarlamış kişiler bundan vaz mı geçecekti?” diye sordu. İkinci Ordu Komutanlığı da yapan emekli Orgeneral Bedrettin Demirel’in kendisine 12 Eylül darbesi için “Biz buna bir sene evvel karar vermiştik, ama olgunlaşmasını bekledik” dediğini belirten Süleyman Demirel, siyasetçilerin darbeyi önleyemeyeceğini savunarak “Eğer bir ülkede ihtilal alışkanlığı, darbe alışkanlığı varsa, hiçbir şey onu önlemez” dedi. Lenin’in “Devleti yönetenler kendi askerine karşı tedbir almak durumundadırlar” sözünü anımsatan Demirel, “İhtilallerin tabiatında şu vardır: Bir süre sonra, yaptıkları ihtilali ibra etme ihtiyacını duyarlar. Bu ibrada bizim üstümüze gelmediler. Topyekûn sistemin üzerine geldiler. Partilerin tümünün üzerine geldiler. Başta kapatmadılar, daha sonra tümünü kapattılar. 1981 Ekim’inde kapattılar. Yaptıkları büyük yanlıştır” diye konuştu.” (ANKA-RADİKAL 08/10/2010 )

Bu ve benzeri haber ve değerlendirmeler, darbeyi belli güçlerin tezgahladığını ve göz önündeki aktörleri kullandığını deşifre etmektedir. Gladio, Kontrgerilla, Derin Devlet adıyla anılan güçlerin NATO çerçevesinde ABD’nin bölge ile ilgili planlarını uyguladıkları ve gerektiğinde Ülkenin yeni stratejilere yönelmesini sağladıkları artık gizlenen bir bilgi olmaktan çıkmıştır. Özellikle sürmekte olan Ergenekon davası nedeniyle deşifre olan pek çok bilgi, öteden beri derin yapıların Ülkenin kaderini nasıl etkiledikleri ve yönlendirdikleri konusunda yeterince bilgi sahibi olmamızı sağlamıştır..

 

Bu bilgiler ışığında darbe sonrası yapılan değerlendirme ve yorumlar ve ortaya çıkan bilgiler dikkate alındığında darbenin öne çıkan belli başlı amaçlarını şöyle sıralamak mümkündür:

1- Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşünü sağlamak.

2- Ulusalcı ekonomik politikalardan Küresel sermayeyle uyumlu liberal politikalara geçiş.

3- “Avrasya’nın Kontrolü Stratejisi” çerçevesinde geliştirilen “Ilımlı İslam” veya “Büyük Ortadoğu Projesi”nin hayata geçirilmesi.

 

 

 

2- Peki amacına ulaştı mı?

Yukarıda sıraladığımız üç hususun darbeden hemen sonra gerçekleşmiş olması darbenin amacına ulaştığını göstermektedir.

1- 1967 yılında askeri darbe sonrasında Nato’dan ayrılan Yunanistan, 1974’te Kıbrıs çıkarması sonucu demokrasiye dönüyor, ama Türkiye’nin vetosu nedeniyle Nato’ya dönemiyordu. Nato’nun Güneydoğu kanadında meydana gelen askeri boşluk, özellikle ABD’yi rahatsız ediyor ve konunun çözümüne çare arıyordu. Türkiye vetosunu kaldırmamakta direniyordu. Hal böyleyken, 12 Eylül 1980 darbesinden kısa bir süre sonra, 20 Ekim 1980’de Türkiye vetosunu kaldırdı ve Yunanistan’ın Nato’ya dönüşü sağlandı.

2- Darbeden çok kısa bir süre önce Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal eliyle IMF tarafından hazırlandığı söylenen 24 Ocak Kararları hayata geçirilmişti. Aynı Turgut Özal, Darbe yönetimi tarafından kurulan Hükümete Başbakan Yardımcısı olarak atandı ve 24 Ocak kararları ile başlattığı liberal politikaların kesintisiz uygulanmasını sürdürdü. 1983’te bu kez seçim kazanan Başbakan olarak küresel ekonomik sisteme entegre olmak için bir çok adım attı. Serbest Piyasa Ekonomisinin şekillenmesi için gerekli düzenlemelerin yapılmasını sağladı. Batı’da Serbest Piyasa Ekonomisi ile paralel gelişen özgürlükler ve demokrasinin Türkiye’de de kök salması beklenen bir gelişmeydi. Beklendiği gibi de oldu ve değerler hiyerarşisinde bu üç unsur ilk sıraları işgal eder oldu.

3- Batı’lı kavramsallaştırmayla “Radikal İslami Hareketler”in güç kazanması, özellikle İran’ı Batı’nın kontrolü dışına çıkaran gelişmeler, Batı’nın İslam Dünyası ile ilişkilerinde yeni bir stratejiye yöneltmişti. Başka bir deyişle; sömürgeciliğin altyapısını hazırlayan oryantalizmle ve Sovyet tehdidine karşı geliştirilen “Yeşil Kuşak Projesi” ile İslam Dünyasını öteden beri kontrol altında tutan Batı, küresel döneme uyumlu bir konsepte ihtiyaç duymaktaydı. Bu da: Batılı değerlerle çatışmayan, hatta bu değerleri İslamla bütünleştirmeyi ve uzlaştırmayı hedefleyen, İslam Dünyasını “Yeni Dünya Düzeni”ne entegre edecek “Ilımlı İslam” veya “Büyük Ortadoğu Projesi” stratejisidir. 12 Eylül sonrasında hayata geçirilen politikalardan ve ABD ile ilişkilerden bu konseptin işlediğini anlıyoruz. ABD politikalarına yön veren Rand  Corporation gibi düşünce kuruluşları ve bu kuruluşlarla bağlantılı çalışan, Brezinski, Kissinger, Fuller gibi teorisyenler başta  olmak üzere, ABD’de bu konuya ilişkin bir hayli müktesebat oluşmuştu.

Zaten tek parti yönetiminin baskılarından bunalan Türkiye Müslümanları, komünizme karşı hür dünyaya ve ABD’ye sempati duyuyorlardı. Demokrat Parti ve Adalet Partisi ile ilişkileri ve uzun zaman bu partilere verdikleri destek, bu yönelimi yansıtıyordu. Bu anlamda uygun bir zemin olduğundan söz edilebilir.

Görüldüğü üzere 12 Eylül’ün ortaya çıkardığı sonuçlar, Batı Dünyasıyla her alanda uyumlu ve Küresel Sermayenin yönlendirdiği bir dünyada Türkiye’nin yerini almasıydı. Darbe ile birlikte Turgut Özal’ın Küresel Sisteme entegre olmaya yönelik politikaları, ulusalcı bir zihin yapısına sahip askerlere rağmen hayata geçirebilmiş olması dikkat çekicidir. 12 eylül 1980 darbesi sonucunda Turgut Özal’ın, 28 Şubat 1997 kesintisi sonucunda da Tayip Erdoğan’ın yönetime gelmesi, Türkiye’nin hangi yöne evrildiğini gösteren ilginç gelişmeler olarak üzerinde düşünülmeyi hak etmektedir. 12 Eylül Darbesi ile başlayan ve günümüzde ivme kazanan sürecin, Türkiye’nin küresel sisteme giderek daha fazla eklemlenmesine yol açtığını göstermektedir.

O zaman sorunun cevabı: Evet! 12 Eylül darbesini yapanlar amacına ulaşmıştır.

 

   3- Karanlığın sembolü 12 Eylül’ün Ergenekon ile olan ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?

“Türkiye de 100 yılı aşan bir zihniyet var. 2008’de 1908 ihtilalininin 100. yılında 1908’de gelen zihniyetin hâlâ iktidarda olduğunu ifade etmiştim. Tabii zihniyet düzeyinde, bu iş devam ediyor. Halk için ama halka rağmen ve siyaseti halkı eğitmek gibi gören bir zihniyet, devamlılığını sürdürüyor.” (Prof. Şükrü Hanioğlu, Sredar Karagöz Ropörtajı, Sabah Gazetesi-05.09.2010)

 

“İttihatçılık” bu topraklarda darbeci zihniyetin yerleşmesini sağlamıştır. Sonraki dönemlerde bu zihniyet sürekli devrede kalmış ve Devletin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Cumhuriyeti kuran kadrolar, bizzat içinde yetiştikleri ittihatçı geleneği yeni Devleti kurarken de yaşatmışlardır. Başka bir deyişle; Ulus-Devleti, “ittihatçı”ların kullandığı yöntemle tepeden inme bir darbeyle kurmuşlardır. Zira Milli Mücadelenin amacı; Cumhuriyeti, yani Ulus-Devleti kurmak değil, Osmanlı sistemini, daha küçük bir coğrafyada (Misakı Milli Sınırları içinde) sürdürmekti. Savaşın amacı bu çerçevede ortaya konmuştu, ama bu ters yüz edilerek, savaşı kazanan kitlenin temsil edilmediği yeni bir paradigma inşa edildi.

 

Tek Parti Yönetimi dönemi, bu paradigmanın inşa edildiği bir süreçtir. Çok partili döneme geçildikten sonra da bu anlayış, varlığını ve etkisini perde gerisinde sürdürmüştür. 27 mayıs 1960, 12 Mart !971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 darbelerinde “kollama ve koruma” göreviyle sahneye çıkmıştır. Bunun dışında sahne gerisinden sayısız müdahale yapıldığı da ayrıca bilinen hususlardandır.

 

Öte yandan, Türkiye’nin Nato’ya üye olmasından sonra ilginç bir gelişme ortaya çıkmıştır. Nato’nun hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik İttihatçı gelenekle örtüşen, hatta bütünleşen bir bakıma küresel ittihatçılık diyebileceğimiz yeni bir gücün, devreye alındığı görülmektedir. Çeşitli kaynaklarda bu güç hakkında özetle şu bilgilere ulaşılabilmektedir:

“İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet tehdidine ve olası bir işgal durumuna karşı 1948’de NATO kuruldu. CIA bünyesinde ise komünizmle mücadele amacıyla; basını elde edip sendika ve siyasi partilere mali destek sağlayarak ve anti-komünist bir propaganda yaparak gizli kuvvet oluşturacak bir yapı oluşturuluyordu. Gladio örgütü bu gerekçeyle kuruluyordu. ABD’nin finanse ettiği bu örgütler bir işgal durumunda sabotaj ve gerilla eylemleri gerçekleştirerek, dışarıdaki hükümete bilgi göndereceklerdi.

Türkiye’deki örgüt 27 Eylül 1952’de “Seferberlik Tetkik Kurulu” adıyla kuruldu. ABD’nin 1974’deki silah ambargosuna kadar bu örgütün ABD’den direkt para alarak iş gördüğü bilinmiyordu. Türkiye’deki Gladio örgütü 1965’de “Özel Harp Dairesi” adını aldığında, hâlâ ABD askeri yardım örgütü JUSMMAT ile aynı binada faaliyet yürütüyordu. Özel Harp Dairesi’nin 12 Mart ve 12 Eylül’de görev üstlendiği biliniyor. Özel Harp Dairesi 1991’de tümen seviyesine yükseltildi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı adını aldı.”

“Gladio” adlı kontrgerilla örgütünün Türkiye’deki uzantısına siyasi literatürde Özel Harp Dairesi, eylemleri gerçekleştirenlere ise kontrgerilla denmiştir.

Kontrgerilla ne iş yapar?”
Türkiye’deki en yetkin uzmanlardan Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan: “Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Harekat” ST 31-15 adlı talimnamede açık ve sinsi Gayri Nizami faaliyetler arasında; adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırma suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj sayılmakta ve 10. sahife, madde 9’da: ‘Bir Gayri Nizami kuvvetin yer altı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir’ denilmektedir.”

 

Darbe ile devrim arasındaki fark; birincisinin tepeden, ikincisinin tabandan, yani toplum tarafından desteklenerek gerçekleştirilmesidir. İlki halkla –hiç değilse bir kesimi ile- beraberdir, diğeri halka rağmendir. Tasarlanan bir darbenin başarısı, destek vermeyen halkın karşı çıkmasını önlemekle mümkün olur. Toplumun karşı çıkması halinde, hareketin başarıya ulaşması güç, hatta imkansız olabilir. İşin başını çekenlerin büyük zararlara uğramasına, ağır bedeller ödemesine yol açabilir.

Bundan dolayı, darbenin başarısız olmasını önlemek için, haklı bazı gerekçelere dayandırılması ve halkın ikna edilmesi önemli ve gereklidir. Bunun için toplum; düzenin ve ülkenin, tehlikelerle karşı karşıya olduğuna inandırılmalıdır.

Darbelerde bu görev, “Özel Harp Dairesi”nin koordinasyonunda; “Derin Devlet”, “Gladio”, “Kontrgerilla” veya “Ergenekon” olarak adlandırılan yapı veya yapılar tarafından yerine getirilmektedir. Bu süreçte ve değişik vesilelerle ortaya çıkan bilgiler; Türkiye’de Devlet sisteminin ve resmi ideolojinin korunup kollanması gerekçesiyle baskı, sindirme, işkence, tehdit, şantaj, sansürleme, istismar, bombalama, karalama, gözden düşürme, özgürlükleri askıya alma, öldürme ve benzeri pek çok olayın arkasında hukuku dikkate almayan bu yapının olduğunu göstermektedir.

Sovyet Bloku’nun çökmesi ve “komünizm”in tehdit olmaktan çıkması sonucunda bu yapı son bulmamış, yalnızca tehdit algılaması kızılın yerine yeşilin geçirilmesi ile gerekli değişiklik yapılmıştır26 Eylül 1994 tarihinde NATO Genel Sekreteri seçilen Willy Claes, 2 Şubat 1995 tarihinde Alman Sueddeutsche Zeitung gazetesine şu demeci veriyordu:
“Fundamentalizm en az komünizm kadar tehlikelidir. Lütfen bu tehlikeyi küçümsemeyin. NATO askeri ittifaktan daha fazla bir şeydir. Kendisini Kuzey Amerika ile Avrupa’yı birbirine bağlayan uygarlığın temel ilkelerini savunmaya adamıştır”.

 

Nato’nun yaptığına paralel olarak Türkiye de gerekli değişikliğe giderek, 1996’da da Milli Askeri Stratejik Konsept(MASK) değiştirilmiş ve o güne kadar ikinci sırada gösterilen“irtica”, yani “İslam”  tehdit sıralamasında  birinci sıraya çıkarılmıştır. Nitekim; 28 Şubat, bu düzenlemenin bir sonucu olarak uygulamaya sokulmuştur.

 

12 Eylül 1980 sonrasında Ulus Devlet İdeolojisini kollamak ve korumak amacıyla Darbe yapan askerler, paradoksal biçimde kendi elleriyle Ülkeyi küresel entegrasyona götürecek olan Turgut Özal’a teslim ettiler. 28 Şubat sonrasında benzer bir misyon üstlenen Ak Parti, aynı doğrultudaki politikaları sürdürmek üzere iktidar oldu.

 

Ulus Devlet yerini Küresel organizasyona terk ederken, eskilerin yerini de yeni mekanizmaların alması tabiidir. Nitekim, kimi Avrupa Ülkelerinde sancılı gelişmelere sahne olan derin yapıları tasfiye operasyonları yıllar önce sonuçlandırılmış ve yeni mekanizmalar devreye alınmıştır. Nato ve Batı İttifakının çeşitli yapıları içinde bulunan Türkiye’nin de aynı yollardan geçmesi son derece olağan bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.

 

Bu nedenle, son dönemde tasfiye sürecine giren, başka bir deyişle, yeni şartlara uyumlu bir şekil alacak olan yapı, “Ergenekon” adıyla halen yargılama sürecinde bulunmaktadır. Muhtemeldir ki; yargılananların bir çoğu Özel Harp Dairesi tarafından toplumun değişik kesimlerinden seçilmiş ve eylemlere yönlendirilmiş elemanlardır.

 

Gelişmeler, Türkiye’de derin güçler tarafından planlanan ve Askeri müdahale biçiminde tezahür eden darbeler döneminin kapandığını işaret ediyor. Bu tarz darbelerin son bulması darbeci mantığın da son bulduğunu gösterir mi? Bundan emin olmamak gerekir. Dünün küresel hegemonya amacı bugün de sürdüğüne göre, darbeci mantığın farklı bir alanda ve farklı tarzda, yeni enstrümanlarla işlemesi beklenmeyen bir sonuç olmamalıdır. Kuşku yok ki; küresel sistem, ihtiyaç duyduğunda, yani çizgi dışına çıkıldığını, çıkarının zedelendiğini gördüğünde müdahale etmeyi mutlaka deneyecektir.

 

Silahlı darbe dönemi sona erdiğine göre, muhtemel darbe tarzlarını tahmin etmeye şimdiden başlasak hiç fena olmaz. Eski sayfa kapanıyor, yenisi temiz bir sayfa mı, yoksa her gözün keşfedemediği yeni planlarla mı süslü? Bu sorunun cevabı hayati önem taşıyor.

 

 

4- Darbe öncesi Kürt derneklerinin şiddetle ilgisinin olmadığını görüyoruz. Ancak 12 Eylül sonrası PKK ile bu sürecin değişmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürt hareketini 12 Eylül 1980 ile başlatmak son derece yanlış bir görüştür. Daha öncesine gitmek de mümkün olmakla birlikte sorunun yeni bir mahiyet kazanarak derinleşmesi Ulus-Devletle birlikte başlamıştır. Bu süreci Ulus-Devletin kuruluş aşamasından ve paradigmasından soyutlamak mümkün değildir. Haddizatında sorunu üreten yeni Devletin ideolojik yapılanmasıdır. Öyle olduğu içindir ki; sorunu bir bütünlük içinde ve içten içe büyüyen bir süreç olarak değerlendirmek gerekir. Her aşama, arkasından gelen aşamayı beslemiş ve hazırlamıştır.

12 Eylüle doğru gidilen aşamayı doğru anlamanın yolu; başından itibaren tüm süreci ve özellikle 12 Mart 1971 Darbesini doğru okumaktan geçer.

12 Mart sonrası 1974-1975 yılları Özgürlük Yolu, Rızgari, DDKD, KAWA, KİP, KUK ve benzeri bir çok Kürt örgütünün kurulduğu yıllardır. Bu örgütlerin tümü sol ideolojinin fraksiyonlarını temsil ediyorlardı ve Türk Solundan ayrışarak Kürt Solunun bağımsız oluşumunu gerçekleştiriyorlardı. Bu zamana kadar Kürt Hareketi; bir yandan geleneksel bir çizgide ve ağa, şeyh, molla gibi kimlikleri olan Kürtler eliyle sürdürülmüştü. Bir yandan da Türk Solu içinde kendine bir alan açan modern eğitimli ve Marksist İdeolojiyi referans almış aktörler eliyle yürütülmekteydi. Yetmişli yıllara kadar Kürt Hareketi içinde bulunanlar, silaha  ve şiddete dayalı bir mücadele yoluna başvurmamışlardı.

1974’te Ankara’da temelleri atılan ve 1978’e kadar ‘Apoculuk’, 1978’de ‘Kürdistan İşçi Partisi(PKK)’ adıyla ortaya çıkan örgüt, 80 öncesinden başlamak suretiyle Kürtlerin yaşadığı bölgelerde inisiyatifi ele geçirmiştir.

Önce bölgede devletle işbirliği içinde olduğu gerekçesiyle Hilvan’da ‘Süleymanlar’, Siverek’te ‘Bucak’, Batman’da ‘Raman’ aşiretleriyle çatışmalar başlattı. Silahlı mücadelenin tek geçerli yol olduğunu savunmakta ve diğer yolların zaman kaybı anlamına geldiğini dillendirmekteydi. Bunun için de yukarıda adlarını andığımız Marksist ideolojiye mensup Kürt Örgütleriyle çatışarak hepsinin kendi çatısı altında toplanmasını dayattı. 1980 Darbesi öncesinde bu stratejiyi başarıyla sonuçlandırarak Kürt Hareketi’nin bölgedeki tek temsilcisi haline geldi.

Başta Maraş, Çorum ve Fatsa gibi Türkiye’nin diğer bölgelerinde ve Kürt Bölgesinde PKK’nin gerçekleştirdiği eylemler, 12 Eylül 1980 Darbesi’ni haklı gerekçelere dayandırmak ve toplumu hazırlamak için bulunmaz fırsatlar olarak değerlendirilmiştir.

Kürt Hareketi ve özelde PKK açısından silahlı mücadelenin gerekçesi; Devletin Kürtlerin haklı taleplerini karşılamaması, red ve inkara devam etmesidir. Meşru ve demokratik yollardan ortaya konan taleplere Devletin baskı ve sindirme yoluyla cevap vermesidir. Türk ulusçuluğunu esas alan Resmi İdeolojiyi dayatmayı sürdürmesidir. Şiddete başvurmadan sürdürülen mücadele yöntemlerinin sonuç almamasıdır.

12 Eylül 1980 Darbesi, bu şartların hakim olduğu bir ortamda gerçekleştirilmiştir. Çatışma ve şiddet yoğun biçimde ve her günü kapsayacak şekilde sürerken, ilginç bir şekilde 12 Eylül günü bütün olaylar bıçakla kesilir gibi sona ermiştir. Silahlı mücadeleyi benimseyen Türk soluna ve sağına mensup örgütler ile Kürt Solunun tek temsilcisi konumunu elinde bulunduran PKK, silahlarını daha sonraki bir tarihte çıkarmak üzere ortadan kaldırmışlardır.

Darbenin diğer sonuçları yanında iki önemli sonucu son derece dikkate alınmayı hakkediyor:

Birincisi: Kemalist, Ulusalcı, hatta ırkçı denebilecek bir zihin yapısına sahip ve Resmi İdeolojiye sıkı sıkıya sahip olan askerler, bu görüşleriyle taban tabana zıt bir çelişkiye imza atmışlardır. Ülkeyi ulusalcı çizgiden küresel entegrasyona taşımayı hedefleyen Turgut Özal’a teslim etmişlerdir.

İkincisi: PKK, yurt dışına çekilip bir süre sessiz kaldıktan sonra, silahlı mücadeleye daha sistemli bir çıkışla ve bir tür gerilla savaşı yöntemiyle devam etmiştir.

Özetle; Kürt hareketinin şiddete yönelme eğilimine girmesi ile Ülkenin 12 Eylül Darbesine hazırlanması aynı döneme rastlıyordu (1975-1980). Türkiye Küresel sisteme eklemlenirken PKK dağa çıkıyordu. Kürt Sorunu, Kürtlere Türkler eliyle yapılan büyük bir haksızlığın adıdır. PKK, bu haksızlığa karşı mücadeleye zorlananların örgütü olarak, günümüz dünyasının karmaşık ilişkilerinin ortasında, bir takım derin güçler ve uluslar arası organizasyonlarla işbirliği içine girmemiştir denilemez. Bu iddia, hem Kürt Hareketi içinde yer alan kimi kişi ve gruplar, hem de farklı kesimler tarafından kesinlik derecesinde ileri sürülmektedir.

Bu bağlamda dikkat çeken ve üzerinde durulmayı hakkeden bir husus da şudur: 1980’den sonra Kürt Bölgesinin hemen her yerleşim yerinde ve Devlete bağlı olan vatandaşlar dahil, oralarda yaşayan herkese sistematik ve yaygın biçimde baskı, şiddet ve işkence uygulanmıştır. Hiçbir suçu ve bağlantısı olmayan, yaşlı, genç, erkek, kadın, muhtar, din görevlisi, misafir gibi, statüsü ne olursa olsun herkes aynı muameleye tabi tutulmuştur. Her hangi bir nedenle karakola işi düşen, seyahat sırasında yapılan yol aramalarında, yerleşim yerlerine ve evlere sudan sebeplerle yapılan baskınlarda kötü muameleyle karşılaşmayan kimse kalmamıştır. Özellikle tüm köylünün bir meydana toplanarak onurlarıyla oynanması, talime tabi tutulmaları, çırılçıplak soyulmaları, dayanılmaz hakaret ve işkencelerle insanların isyan noktasına sürüklenmesi, adeta bölgede klasik bir uygulama halini almıştı.

Bölgede yaşayan ve bu tür olaylarla ilgili bir çok hatıraya sahip olmayan insan yoktur demek abartı olmaz. Bizzat ağır işkencelere uğramış insanların sayısı, hiç de küçümsenmeyecek sayıdadır. Bu ağır işkenceler sonunda, meydana gelen bir çok ölüm vakası da kayıtlara geçmiş bulunmaktadır. Gözetim altında, cezaevlerinde, özellikle de Diyarbakır Cezaevinde işlenen işkenceler, sadece Türkiye’nin değil, insanlık tarihi için kara bir lekedir.

Bölgede Cumhuriyet Tarihi boyunca değişik tonlarda sürdürülen bu uygulamalar, 1980 Darbesi sonrasında en ağır seviyeye ulaştırılmıştır.

Bu insanlık dışı muamelelerle canından bezdirilen bölge insanı, PKK’ye sempatiyle bakmaya itilmiştir. Sonuç olarak PKK güç kazanmış ve insan kaynağı konusunda sıkıntı çekmeyecek bir rahatlığa kavuşmuştur. Bölge halkı nezdinde PKK’nin meşruiyeti adeta tescil edilmiştir.

12 Eylül Darbesini tezgahlayan küresel güçlerin bu sonucu da planladığı anlaşılmaktadır.

 

5- Darbenin yapılmasının hemen ardından ABD Başkanı Jimmy Carter’a, CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze’a telefon açıyor ve “ Bizim çocuklar başardı” diyor. Bu ne anlama geliyor?

“CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze aynı zamanda “Türkiye’yi ve Türkiye gibi İslam ülkelerini ılımlı bir islami rejimle yönetmek en doğrusudur” tezinin sahibidir.

İslam Ülkelerinin Yönetimlerini çeşitli şekillerde kontrol altında tutan Batı, dinamik yapısı ve hayatın her alanına dair hükümleri bulunan Din’i/İslam’ı kontrol altında tutmak için ne yapıyor? Bununla ilgili projeleri nelerdir?

Bilindiği gibi; Yeryüzünün yüzde seksen oranındaki servet, birikim ve imkanları yüzde yirmilik ‘Gelişmiş Batılı Ülkeler’ olarak adlandırılan devletlerin elinde bulunmaktadır. Bunu kurdukları sömürü düzeniyle sağlamaktadırlar. Kalan yüzde yirmiyi ise, Dünyanın yüzde seksenini oluşturan diğer ülkeler paylaşmaktadır. Milyarlarca insan içecek, sağlıklı su ve yiyecek bulamamaktan, hastalıklara karşı tedbir alamamaktan dolayı hayati tehlike içinde bulunmaktadırlar. Batı Dünyası, bu sefaleti yaşayan insanların birikim ve kaynakları üzerinden kurduğu gösterişli bir hayat sürmektedir.

Hak, adalet ve benzeri bütün insani değerlere kilit vurmak anlamına gelen bu tutuma sahip bir sistemin doğal seyri içinde veya basit tedbirlerle ayakta durmasının imkanı yoktur. Eğer Dünyanın büyük çoğunluğuna rağmen ayakta durmaya, gücünü korumaya, hatta yeni egemenlik alanları elde etmeye devam ediyorsa bu, insan zekasının bütün imkanlarını seferber eden çok ciddi bir planlamanın eseri olmalıdır.

Dünyayı bu manzarayla karşı karşıya getiren seküler tasavvuru çürütme, etkisizleştirme ve olumsuzluklarından insanlığı koruma imkan ve potansiyeline sahip yegane adres Din/İslam olduğu için, asıl tedbirin İslam ve Müslümanlarla ilgili olarak alınmasında da bir garabet görmemek gerekir. Çünkü insanın ihtiyaç duyduğu bütün alanları kapsayacak çözüm, öneri, iddia ve projeler bütünlük içinde ve evrensel boyutlarda yalnızca Din/İslam tarafından ortaya konabilmektedir. Küresel sömürü üreten bir sistem ancak bu kapsamda bir tasavvurun imkanları ve öngörüsü ile etkisizleştirilebilir, geriletilebilir ve makul bir sınıra çekilebilir.

Bu sebeple Batı; bilinçaltında İslam’a ve Müslümanlara karşı çağların derinliklerinden sürüp gelen bir korkuyu günümüzde de diri tutmaktadır. Tarihte aldığı düşmanca ve saldırgan tutumu, aynı dürtüyle çağımızda da yeni sürüm tedbirlerle sürdürmekte ve bütün titizliğini kullanarak uygulamaktadır. Çünkü varlığını, gücünü, hegemonik yapısını devam ettirmesi, takviye etmesi  bu tedbirler çerçevesinde geliştirdiği projelerin başarısı ile doğrudan bağlantılıdır.

Yürürlükte olan projeler, söz konusu planlamanın nasıl bir ince hesabın eseri olduğunu gösteriyor. Bu amaçla çeşitli ülkelerle ilgili olacak şekilde ortaya konmuş pek çok mevzii projenin yanında çok kapsamlı, bütün İslam Dünyasını içine alan projelerin olduğu da bilinmektedir. Burada, İslam’ı ve Müslümanları durdurarak alternatifsiz bir dünya sistemi olmayı sürdürmek amacıyla uygulamada tuttuğu küresel ölçekli iki proje dikkatle ele alınmayı hakkediyor:

1- ‘Avrasya’nın Kontrolü Stratejisi’ çerçevesinde geliştirilen ‘Ilımlı İslam’ veya ‘Büyük Ortadoğu Projesi’. (Burada adlandırmadan çok konsept önemlidir.)

Batı’lı kavramsallaştırmayla ‘Radikal İslami Hareketler’in (Batı, Radikalizmle İslam’ı ve Müslümanları kastediyor) güç kazanması, özellikle İran’ı kontrol dışına çıkaran gelişmeler nedeniyle Batı, İslam Dünyası ile ilişkilerinde yeni bir stratejiye yönelmişti. Başka bir deyişle; sömürgeciliğin altyapısını hazırlayan ‘Oryantalizm’le ve Sovyet tehdidine karşı geliştirilen ‘Yeşil Kuşak’ benzeri projelerle İslam Dünyasını öteden beri kontrol altında tutan Batı, küresel döneme uyumlu bir konsept geliştirmişti.

Son zamanlarda, hayata geçirilen politikalardan ve ABD ile ilişkilerden bu konseptin işlediğini anlıyoruz. ABD politikalarına yön veren Rand  Corporation gibi düşünce kuruluşları ve bu kuruluşlarla bağlantılı çalışan, Brezinski, Kissinger, Fuller gibi teorisyenler başta  olmak üzere, ABD’de bu konuya ilişkin bir hayli müktesebat oluşmuştu.

Projenin hedefi, Din’i(İslam); bütünlüğünden kopararak budamak, ehlileştirmek ve mevcut seküler sisteme uyumlu hale getirmektir. Batılı değerlerle örtüşen, uzlaşan, onlara karşıtlık içermeyen bir yapıya büründürmektir. Ekonomi, siyaset, hukuk, eğitim ve benzeri alanlardan soyutlayıp, Kilise gibi; inanç, ahlak ve ibadetle ilgili bir konuma indirgemektir.

Bu indirgemenin Dini literatürdeki karşılığı ‘tahrif’tir. İlahi Din’in başından beri tek adı olan İslam, Yahudilik ve Hıristiyanlık’ın başına gelene benzer yeni bir tahrifle karşı karşıya getirilmek isteniyor. Roma, başlangıçta Hz. İsa ve inananlarını ortadan kaldırmak için akla hayale sığmaz zulümler yaparken, bir süre sonra tahrife uğratarak Hıristiyanlığı resmi din statüsüne geçirdi. Bu, İslam olmaktan çıkmış, Roma Paganizmiyle eklektik bir kimlik kazanmış olan Hıristiyanlıktır.

Sanki tarih tekerrür ediyor ve çağımızın modern Roma’sını oynayan ABD, aynı işlemi yenilemek, bir tahrif hareketini uygulamaya koymak istiyor. Hz. İsa’nın Peygamberliğine inandığı halde, Roma Paganizmiyle uzlaşanların konumuna, farkında veya değil bazı Müslümanları düşürerek planlarını gerçekleştirmeyi tasarlıyor.

Gerçekleştirmek istedikleri bu proje ile Din; hayatın her alanını kuşatan, iddialarından vazgeçmiş, küresel sömürü düzenini sürdüren hegemonya için bir tehlike olmaktan çıkmış olacaktır.

2- Batı’nın İslam’a ve Müslümanlara yönelik önde gelen projelerinden biri de ‘İslamofobia’dır.

İslamofobia; İslam’dan, Müslümanlardan ve onlara dair olan şeylerden duyulan kaygı ya da korku olarak tanımlanabilir. Amacı; İslam=Terörizm, Müslüman=Terörist şeklindeki bir formülasyonu Dünyada yaygın bir kanaat haline getirmektir. İslam’ı şiddeti savunan bir Din, Müslüman’ı da şiddetten beslenen yaratıklar gibi öcüleştirmektir. Dünyada Müslüman kimliğine sahip kimselere yaptırılan şiddet olaylarını İslam’la özdeşleştirmektir.

ABD’deki derin güçlerin Müslüman kimlikli kişilere yaptırdığı giderek daha da netleşen 11 Eylül olayları başta olmak üzere, farklı ülkelerde meydana gelen şiddet olayları, son zamanlarda bu korkuyu besleyen faktörler olarak öne çıkarılmıştır.

İslami kimlik kullanarak şiddeti öne çıkardığı iddia edilen örgütler, illegal bir yapılanma içindedirler ve gizli çalışırlar. Bundan dolayı haklarında doğrudan bir bilgi sahibi olmak ve hangi merkezden yönlendirildiklerini bilmek son derece güçtür. Eylemleri gerçekleştirenlerin kimlikleri, onları yönlendiren güçlerin oluşturmak istedikleri imaj için kullanılır. Ancak yapılan eylemlerin sonuçları itibariyle kime yaradığı, yaptıranın kimliği hakkında bize ipuçları verir, onları tanıma imkanı sağlar.

Bu açıdan baktığımızda, şimdiye kadar bu tarz eylemler; İslam’a ve Müslümanlara en küçük bir yarar sağlamaması bir yana, telafi edilemez büyük zararlar vermiştir. İmajını  şiddet, terör, korku ve endişeyle özdeşleştirmiştir. İnsanların zihninde önyargıların oluşmasına yol açarak, Din’e ve yeni arayışlara olan açlık ve yönelişi manipule etmiştir.

Bu görüntü, Din’in, Batı’nın ürettiği kötülükleri bertaraf etme imkan ve kabiliyetini ortadan kaldırmaya yönelik bir operasyon olup barışa ve adalete yapılmış en büyük saldırıdır. Bunu İslam’a sadakatle inanmış müminlerin bilerek yapması mümkün değildir. Bu şeytani plan  İslam’a ve Müslümanlara karşı ortaya konmuş küresel ölçekli bir komplo olarak tarih kayıtlarına girecektir.

İslam Ülkeleri arasındaki konumu, Batı ittifakı için taşıdığı değer, çok yönlü ilişkileri, tarihi birikimi ve misyonu, sahip olduğu potansiyel ve imkanları nedeniyle Türkiye’nin, bu tip projeler için hedef ülke olduğuna şüphe yoktur. Onun için başta 12 Eylül olmak üzere bütün darbeleri ve Türkiye’deki diğer gelişmeleri bir de bu açıdan okumak gerekir.

Sözgelimi; irtica paranoyası ile üretilen yapay korkuların nasıl darbe gerekçesi haline getirildiğini hatırlamakta yarar var. Derin güçlerin işlediği bir takım cinayetleri Müslümanların üzerine yıkarak, İslam karşıtlığının nasıl tahrik edildiğini unutmamak gerekir.

Öte yandan, Türkiye’nin Batılı değerleri ihraç eden bir merkez olması yolunda devlet katında ve sivil toplumun özellikle İslami kanadında atılan adımlar konusuna da dikkat kesilmek gerekir. Soft projenin ileri denemelerinin yapıldığı ülke Türkiye gibi görünüyor.

06.12.2010

Mehmet ALKIŞ

 

 

Hits: 44

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir