Siyaset Değişime Karşı

“Türkiye’deki siyasi partilerin hiç biri değişimi hedefleyen bir pograma sahip değildir. Herkes, küresel güçlerin yaşadığımız ülkede ve yeryüzünün tamamında egemen kıldığı kurulu düzenin değirmenine şu veya bu şekilde bilerek veya farkında olmadan su taşıyor. Kimsenin özgün ve alternatif bir projesi ve önerisi, hatta çabası bulunmuyor. Ne yazık ki, ellerinde Allah’ın kimseye nasip etmediği imkânlar bulunan Müslümanlar da buna dâhildir.”

Siyaset değişimi mi hedefliyor, kurulu düzeni mi tahkim ediyor? Toplumu ve ülkeyi daha iyi bir yere mi taşıyor, daha kötüye mi götürüyor? Topluma hizmet mi, ideolojik ve kişisel ihtiraslar mı tatmin ediyor? Halkın mı küresel hegemonyanın mı ihtiyaç, beklenti ve taleplerini dikkate alıyor? Siyasal aktörler inandıklarını mı, halkı aldatmaya yönelik söylemleri mi dile getiriyor? Benzer soruları çoğaltarak bugünlerin tek konusu haline gelen ve toplumun gündemini rehin alan siyasetle ilgili fikir üretmeye şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır. Böylesine önemli bir konu üstün körü değerlendirmelere, geçici heveslere, kişisel ihtiraslara kurban edilmemelidir. Aksi halde, sorunlar çözülemez ve büyümeye devam eder.

Önce şu belirlemeyi yapmak yerinde olur: Sosyolojiyi dikkate alarak oy devşirmek ve baskıcı-ideolojik devlet sisteminin dayatmaları karşısında bedel ödemeyi ve risk almayı göze almayan siyasetin özgürlüğünü ve bağımsızlığını yitirmesi kaçınılmazdır. Böyle bir ortamda siyaset, ikiyüzlü davranarak ve yalana dayanarak toplumu aldatmayı alışkanlık haline getirir. Siyaset erbabının, inandıklarından çok inanmadıklarını samimiyetsizce savunması bu nedenle olsa gerektir. Söz gelimi; dinle hiç bağı olmayan bir siyasetçi bunu açık yüreklilikle dillendirmek şöyle dursun, tam tersine gerçek dindarın kendisi, rakiplerininse istismarcı olduklarını iddia edebilmektedir. Ya da gerçekten bağlı olduğu dinin reddettiği ve karşı olup mücadele etmesi gereken din dışı sistemin uygulama ve kavramlarına inanmadığı halde benimser görünen pek çok dindar da benzer bir davranışı tersinden göstermektedir.

Siyasetçi böyle de toplum daha mı iyi? Ne yazık ki, toplum da böyle davranmayanları makbul saymadığı gibi, siyasetin gereğini yerine getirmemekle, beceriksizlik ve yeteneksizlikle suçlamaktadır. Yani, toplum, şiddetle karşı çıkması gereken yalan ve ikiyüzlülüğü erdemli ve övgüye değer göstererek arka çıkmaktadır. Aynı toplumun daha sonra, işler iyi gitmediği için olumladığı bu kişi ve politikaları sürekli şikâyet edip yerden yere vurması da bir başka çelişkiyi ifade ediyor.

Küresel baskı

Siyasetçileri ve toplumu bu kısır döngüye iten son derece etkili diğer bir faktör ise, dünyayı tek ülke gibi yönetme mekanizmalarını üretmiş olan küresel sistemdir. Öyle ki; kişilerin en mahrem alanı dâhil yeryüzünde müdahale etmediği, yönlendirmediği ve çıkarına hizmet ettirmediği neredeyse hiçbir alan bırakmamıştır. Çok yönlü bir kuşatma ile kendine mahkûm ettiği toplumların alışkanlıklarına, neyi nasıl ve ne oranda tüketmesi gerektiğine, dostlarının ve düşmanlarının kim olacağına varıncaya kadar akla gelebilecek her konuda yönlendirmede bulunmaktadır. Hangi gıdaları tüketeceğine, hangi kılık kıyafeti seçeceğine, hangi müziği dinleyeceğine, hangi kültür ve dini benimseyeceğine kadar her alanı denetim altına almış bulunmaktadır. Böylece; geçmişinden, alışkanlıklarından, değerlerinden, birikimlerinden ve toplumsal hafızasından koparılan toplumlar, adeta, kaybedecek bir şeyi kalmadığı için her türlü olumsuzluğu sergilemeye müsait hale gelmektedir.

Küresel sistemin baskı ve dayatmaları, siyasetin yalan ve ikiyüzlülük gibi ahlaki ve zihinsel sapmalara, yozlaşmaya, kural tanımazlığa, arzu ve ihtirasların egemen olmasına yol açmaktadır. Toplumsal değerlerin anlamını yitirmesine ve en olmaz davranışların sıradanlaşmasına zemin oluşturmaktadır.

Çünkü küresel sistem; sömürüye dayalı düzeni sürdürmek amacıyla toplumları bir takım hayali hedeflerle meşgul etmekte son derece maharetlidir. Bunu; eşitlik, gelişme, modernleşme, demokrasi, kalkınma, zenginleşme, muasır medeniyete ulaşma gibi zihinselbağımlılık yapan sihirli, ayartıcı, aldatıcı söylemler üzerinden yürütmektedir. Her dem tekrarlanan nakarat: “İzimizden gider, yaptıklarımızı yaparsanız bizi dahi geçerek çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkabilirsiniz.” İslamcısından sosyalistine, milliyetçisinden liberaline, demokratından Kürt hakları savunucusuna kadar bütün renk ve tonlarda mücadele verenlerden bu ezbere, büyülenmişçesine kapılmayan neredeyse yoktur.

Oysa dikkatle bakıldığında bu çelişki çok net görülebilir: Küresel güçler, tüm Batı dışı ülkeleri; sömürü, talan, soykırım, katliam, köleleştirme, hırsızlık, şiddet, savaş, iç çatışma yoluyla egemenliği altında tutarak çıkarlarına hizmet eder hale getirmişlerdir. Yeryüzünün her yerinden çaldıklarını ülkelerine taşıyıp sadece kendilerinin yararlandığı bir refah kurmuşlardır. Hiçbir sınır tanımadan değerler hiyerarşisinin en tepesine çıkar ve egemenliği yerleştirerek hiçbir insani, vicdani, hukuki engel tanımamışlar. “Her şey, amaç olan egemenliği gerçekleştirmek için bir araçtır. İnsanların değerli bulduğu her şey, bu amaca hizmet ettiği ölçüde iyi ve değerlidir. Yönetici, devletin egemenliğini tesis edebilmek için her yola başvurabilir” diyerek her şeyi meşru gören Makyavelizm tüm çalışmalarının yönlendirici, itici gücü olmuştur.

Derin çelişki

Buna rağmen hala gözler ve başlar Batı’ya dönüyor, oradan model çıkarmak için çaba gösteriliyor, kavramlarına sığınılıyor, teslimiyetten vazgeçilmiyor, güven sorunu yaşanmıyorsa ortada; anormal, sağlıksız, sapkın bir durum var demektir. Bu ancak bir akıl tutulması, iradesini, mantığını ve zihni melekelerini kaybetme hali olarak tanımlanabilir. Nasıl olur da insanlığın bütün değerlerini yok etmiş, bütün kaynaklarına el koymuş, her türlü vahşete başvurmuş bir sistemden medet umulur? Sağlıklı bir zihin, her an saldırganlığına ve her şeyi tahrip ettiğine tanık olduğu bir canavara sığınmayı kabullenebilir mi? Bunu kabullenip rıza göstermek için insanın ya aklını yitirmiş olması, ya da hayati tehlike barındıran bir baskı ve zorlama altında olması gerekir.(1)

Temel dürtüsü çıkar, egemenlik ve ırkçılık olan Seküler Batı Uygarlığı; beyaz ırkın(2) çıkar ve egemenliğini sağlamak için istila/sömürgeleştirme hedefine yirminci yüzyılın başlarında tüm ülkelerde egemenliğini kurarak ulaştı. Yaklaşık yüzyıl önce küresel sömürge imparatorluğuna kattıkları son halka Müslüman ülkelerdir. O zamana kadar ortak bir yönetim ve tek bir çatı altında olan Müslüman ülkeler, ırk veya kabile temeline dayalı elliyi aşkın irili ufaklı ulus devlete bölündü. Stratejik hesaplarla devlet sahibi olmaması karalaştırılmış farklı ırklara mensup topluluklar da bulunmaktadır. Bunun en tipik örneği, toprakları parçalanarak dört ayrı ulus devletin egemenliği altında bırakılan ve yüzyıldır bu ulus devletler tarafından red, inkâr, asimilasyon, baskı ve şiddet altında tutulan Kürtlerdir. Müslümanların ortak çatısını yıkanlar da, ulus devletleri kurduranlar da, Kürtler gibi toplulukları ırkçı politikalara mahkûm edenler de aynı emperyalist Batılı güçlerdir.

Öteden beri işaret etmeye çalıştığımız gibi, işin çok ilginç ve derin çelişki barındıran yanı, sorunları üretenlerin aynı sorunları çözme iddiasıyla ortaya çıkması ve buna sömürülen ülkeleri inandırmış olmasıdır. Görünen o ki, oyunun biri bitmeden diğeri başlatılıyor!

Bu çerçevede; Türkiye dâhil sömürülen ülkelerin yönetimlerine talip olan siyasi akım ve partilere bakıldığında karşımıza ürkütücü bir manzara çıkıyor. Zira bu odakların hemen hepsi emperyalist güçlerin yeniymiş gibi sunduğu, gerçekte eskinin süslü ve rötuşlanmış devamı niteliğinde olan reçetelerine sarılmış bulunuyorlar. Dolayısıyla, tümünün siyasi program ve hedefleri bir takım ayrıntılar dışında aynı kaynaktan besleniyor. Yani, değişimi hedeflemiyor, kurulu düzeni tahkim ediyorlar. Her biri kendini çok farklı gibi sunan bu siyasi partiler aslında temel konularda birbirlerine çok benziyorlar.

Partiler aynı tornadan

Hiçbir parti, Birinci Paylaşım Savaşı sonucuna göre elde kalan toprakları savunmak üzere oluşan kurucu toplumsal iradeye ve ilkelerine bağlı kalmamıştır. Daha vahimi; düşmanların, çıkarlarına hizmet etmek üzere dayatmayla kurdurdukları modern ulus devlet ideolojisine sadakatle bağlanmayı tercih etmişlerdir. Söz konusu ideolojiye göre oluşturulan sistemi ayakta tutmak ve güçlendirmek amacı gütmektedirler.

Sömürgeci/emperyalist/küresel sistemin öneri ve reçetelerini uygulamak için birbirleriyle adeta yarışıyorlar. Farklı bir sistem önerisinde bulunmak şöyle dursun, şekilsel değişiklik önerilerini bile büyük tepkiyle karşılıyorlar.

Farklı dünya görüşünü temsil ettiği iddiasıyla ortaya çıkan partilerin iktidarında bile devletin temel niteliklerinde herhangi bir değişiklik söz konusu olmamaktadır. Sistemi değiştirmeye yönelik bir teklifte bulunanlara hepsi ortak tepki gösteriyor. Sistemle bütünleşmeyi kabul etmeyenlere karşı ortak saldırgan tutum içine giriyorlar.

Ulus devletle ilgili tehlike ve sapmalara karşı solcu, sağcı, milliyetçi tüm parti ve kesimler ortak refleksler gösteriyorlar. İç ve dış güçlerin sistemi korumak üzere planladığı darbelerin başta anayasa olmak üzere yaptıkları düzenlemelere karşı herhangi bir eylem ve yaptırım teklifinde bulunmamaktadırlar. Bu sessizlik ve hareketsizlik, aslında darbeleri desteklemekten başka bir anlam taşımamaktadır.

Tüm iktidarlar ırkçılığın giderek daha çok güç kazanması ve sürekli yükselen bir değer haline gelmesi için azami çaba göstermektedir. Karşı olduklarını iddia edenler sadece hamaset yaparak kitleleri yönlendirmeyi amaçlıyorlar.

İslamcılar dinin, solcular sosyalizmin, diğer eğilimler de kendi inanç ve felsefelerinin gereği sayarak ırkçılığa dayalı resmi ideolojinin yanında yer almaktadırlar. Bu ülkede; İslamcılar da solcular da liberaller de ırkçılık, yani ulus devlet karşıtı bir görüş, öneri ve projeye sahip değildirler.

Bilimsellikle ilgisi olmayan, ideolojik ve gerçek dışı tarih tezi tüm partilerin politikalarının belirlenmesinde temel alınıyor. Gerçeklerin ortaya çıkmasını isteyen yok!

Gerçekdışı, karşılığı olmayan, aldatmaca ve hamasetten başka bir anlamı olmayan “Muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma” tüm partilerin doksan yıllık ortak hedefi kabul görmeye devam ediyor.

Hepsi; Modernleşmeci, Seküler ve Batıcı, Cumhuriyetçi, Atatürkçü olup Demokrasiyi kutsayan bir yaklaşıma sahiptirler. Sömürüye dayalı kapitalist ekonomiyi, zulüm ve haksızlığa karşı duramayan modern hukuku, resmi ideolojiye militan yetiştiren eğitimi benimsemektedirler. Modanın, reklamın, medyanın ve teknolojinin bedensel hazları yücelten; moral değerleri tahrip eden modern hayat tarzının geliştirilmesi için çalışmaktadırlar.

Küresel güçler kendilerine karşı gelenleri terbiye etmek, işgal ve müdahalelerini meşrulaştırmak için terör adıyla ürettikleri lanetli kavramla topraklarını ve onurlarını korumak için mücadele edenleri yaftalıyorlar. Bütün siyasi eğilimler bu kavramı sahiplenip paralel pozisyon almaktan gocunmuyorlar.

Her eğilimdeki siyasetçi kendinin gerçek Müslüman olduğunu iddia ediyor ama İslam’ın hayat ile ilgili hükümlerine yer vermek şöyle dursun hayatın dışına itip ayinlerle anılan bir din haline getirmek için çabalıyorlar. Emir ve yasaklarını da her fırsatta çiğnemekten de geri kalmıyor.

Derinleşen ve toplumu hızla yıkıma götüren ahlaki yozlaşmaya karşı ciddi bir itiraz ve alternatifle ortaya çıkan bir siyasi programla karşılaşmak mümkün değil!

Varlıklı kesimle yoksul kesimler arasındaki ekonomik uçurum sosyal alanda sınıfların oluşmasına ve toplumun birbirinden koparak içten içe düşmanca duyguları güçlendiriyor. Kamu kaynakları belli bir kesime akarken kitleler hem daha da yoksullaşmakta hem de yönetime katılma güçleri ellerinden alınmaktadır. Bu gidişe dur diyecek gerçekçi ve uygulanabilir tedbirler öneren hiçbir siyasi parti bulunmuyor.

Sonuç

Sıraladıklarımız ve yanına eklenebilecek sayısız sorunun ortaya koyduğu acı gerçek şudur: Türkiye’deki siyasi partilerin hiç biri değişimi hedefleyen bir pograma sahip değildir. Herkes, küresel güçlerin yaşadığımız ülkede ve yeryüzünün tamamında egemen kıldığı kurulu düzenin değirmenine şu veya buşekilde bilerek veya farkında olmadan su taşıyor. Kimsenin özgün ve alternatif bir projesi ve önerisi, hatta çabası bulunmuyor. Ne yazık ki, ellerinde Allah’ın kimseye nasip etmediği imkânlar bulunan Müslümanlar da buna dâhildir.

DİPNOTLAR:

1) Her zaman şu husus unutulmamalıdır: Asıl mesele; ezilen, sömürülen toplumların zihni melekelerini, aklını, mantığını ve iradesini işletmemesidir. Yani, birinci derecede sorumlu bu toplumların bizzat kendilerdir.

2) Bkz. httpsss://www.islamianaliz.com/yazi/kuresel-egemenligin-irk-kurami-1-3580#sthash.X5msn7RS.dpb

Hits: 44

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir