Anayasa Sürecine Katılmak
Yaklaşık iki yüz yıldır doğal mecrasından kopmuş bir ülkede yaşıyoruz. Din ile sekülerizm arasındaki arayış, kararsız ve eklektik bir anlayışın egemen olmasıyla sonuçlandı. İnsan, toplum ve yönetim şaşkın, yönünü doğrultmaya çalışıyor. Din’in; Kitap, Peygamber ve takipçilerine dayalı çözümü ortada, ama insanlar dünyanın cazibesinden sıyrılıp teslim olmak istemiyorlar. Büsbütün kopmak da işlerine gelmediğinden Din’i yedekte tutmaya çalışıyorlar. Bazı açılardan iyi görünen bu durum, aslında pek çok sorunun çözümsüz kalmasına yol açıyor.
Aydınlanmanın dünyayı kasıp kavuran paradigması, Avrupa’nın hemen ardından İslam Dünyasını etkisine aldı. Bütün alanlarda gittikçe derinleşen ve Din’in etkisini gerileten bu yaklaşım; hemen her yerde, toplumu tepeden düzenlemeyi, yani yönetimi ele geçirmeyi hedefledi. Dünya egemenliğine soyunan Batı, bunun için Ülkeleri; Sömürge, yarı sömürge ya da işbirlikçi yönetimler aracılığıyla kendine bağladı. Batı’nın etkisi, İslam Dünyasını temsil eden Osmanlı’da da, öncelikli olarak yönetim üzerinde kendini hissettirmiştir. Bundan dolayı; yönetimin esaslarını belirleyen üst norm olarak Batı’nın kavramsallaştırdığı Anayasa ile Osmanlı’nın tanışması, etkileşimin başladığı erken dönemde gerçekleşmiştir.
Anavatanı dahil, genellikle seçkinler eliyle yapıla gelen Anayasalar; geçen zaman içinde, demokratik eğilimlerin gelişmesiyle birlikte toplumun taleplerini karşılayan ve katılımı esas alan usullerle yapılır olmuştur. Batı’daki bu gelişme, şu sıralarda bizde de bir zemin bulmuş görünmektedir. Toplum kesimlerinin katılımıyla ve seçilmişler eliyle yeni bir Anayasa yapılması Ülke gündemine girmiştir.
Birinci Meclis tarafından yapılan 1921 Anayasası’nı istisna edersek, 1876 Anayasasının yürürlüğe girmesinin üstünden geçen yüz otuz beş yıl sonra ilk kez böyle bir fırsat doğmuştur. Ortaya çıkan bu fırsatın doğru değerlendirilmesi kuşkusuz büyük önem taşımaktadır. Tarihi tecrübesi, birikimi, güçlü ve dinamik teorisi ile bir arada yaşamanın imkânlarını deneysel olarak ortaya koyan Müslümanların bir özne olarak ortaya çıkmalarının tam zamanıdır. Hem kendileri için, hem diğer kesimler için yerine getirmek zorunda oldukları yükümlülükleri bulunmaktadır. Toplumda en yaygın kimliğe mensup bu kesimin konuyla ilgili doğru bir yerde durması, ne yapması gerektiğini kavraması ve etkin bir konumda olması Anayasanın sağlıklı ve amaca uygun doğmasının temel şartlarındandır. Aksi halde yapılacak Anayasa kaçınılmaz olarak sakat doğacağından, toplumsal barışı sağlaması ve sorunları çözmesi mümkün değildir.
Müslümanların birikiminden yararlanmak, herkes ve her kesim için önemli bir kazanım olacaktır. Çünkü tarihte bunun dışında yaşanmış, esaslı başka bir tecrübeye rastlamak mümkün değildir. Tarihteki gelişmeleri bu açıdan değerlendirmek, toplumsal sözleşme temelli bir Anayasanın hazırlanmasında ufuk açıcı bir etkiye sahip olacaktır. Bu tecrübenin geçirdiği evreleri şöyle sıralayabiliriz:
1- İlk vahyin gelişinden Medine’ye hicret edinceye kadar geçen dönemde Mekke’nin yönetiminde söz sahibi olanlar; Müslümanları düşman gördüler, onları dışladılar, küçümsediler, ambargo, işkence ve benzeri kötü muamelelere tabi tuttular. Bireysel ve toplumsal haklara sahip olmalarını, hukuki bir kimlik edinmelerini engellediler. Zamanın şartlarına uygun olarak Mekke’de yaşayan kabileler ve farklı inanç sahipleri arasında oluşan doğal mutabakatta Müslümanların yer almasına imkân vermediler. Kısacası; inançlarının gerektirdiği şekilde yaşamalarına izin verilmeyen Müslümanlar bu yüzden yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar.
2- Peygamber (a.s.) önderliğinde Medine’ye yerleşen Müslümanlar diğer kesimlerle bir arada yaşamayı mümkün kılacak toplumsal mutabakatın sağlanmasını öncelikle ele aldılar. Mekke’de yaşadıkları tecrübe bunu gerekli kılıyordu. Tarihe ilk yazılı Anayasa olarak da geçen ‘Medine Vesikası’; Müslümanlar, Yahudiler, Müşrikler ve Medine’deki kabileler arasında, düzenlenmiş bir toplumsal sözleşmedir. (Anayasa modern bir kavram ve Müslümanların tecrübesini tam olarak karşılamıyor. Durumu ifade eden ikinci bir kavram olmadığından zorunlu olarak kullanıyoruz.) Başlangıçta Medine’nin yüzde on beşi dolayında bir nüfusa sahip olan Müslümanlar, diğer yüzde seksen beşi temsil eden Yahudiler ve Müşriklerle ortak bir toplumsal düzen kurmuşlardır. Toplumsal kesimler arasındaki ilişkiler bu belgedeki esaslara göre düzenlenmiştir. Taraflar, sözleşmedeki taahhütlerini yerine getirdikleri sürece bu anayasal düzenleme yürürlükte kalmıştır. Karşılıklı anlayış ve saygı içinde, birbirlerinin haklarını ihlal etmeden ve herkesin inandığı şekilde bir arada yaşamasına fırsat tanınmıştır.
“Medine Vesikası”nın Dünya Anayasa Tarihi açısından çok önemli bir yere sahip olduğuna kuşku yoktur. Aynı zamanda günümüzde çeşitli toplum kesimleriyle bir arada yaşamada Müslümanların örnek alacağı bir metin olarak da büyük değer taşımaktadır. Özellikle gündemdeki “Yeni Anayasa”nın yapım sürecinde sosyal taraf olması gereken Müslümanlar için bir kılavuz niteliğindedir.
3- Yönetimin İslami esaslara göre düzenlendiği sonraki dönemlerde, yani İlk halifeyle başlayıp 1876 yılında Osmanlıların yaptığı ‘Kanun u Esasi’ adlı ilk Anayasaya kadar geçen sürede, her hangi bir Anayasa metnine ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü İslami Yönetim; esas olarak bağlayıcı üst norm hükmünde olan Kitap, Sünnet ve İcmaya dayanıyordu. Bu kaynaklar aynı zamanda Müslüman olmayanların, Müslümanların egemen olduğu bir toplumda belirlenmiş bir hukuki statüde nasıl yaşayacaklarına dair hükümler taşıyordu. En önemlisi; onların hukuki statüsünü korumak ve kollamak Müslümanlar için Dini bir vecibe hükmündeydi.
4- ‘1876 Kanun u Esasi’nin yürürlükte kaldığı dönem, öncekilerden farklı özellikler taşımaktadır. İslam ve Örfi Hukuk’un uygulandığı Osmanlı’da 1876’dan itibaren Batı Hukuku’ndan bir takım hükümler iktibas edilmiştir. Böylece; karma, eklektik hukuk anlayışının egemen olduğu bir dönem başlamıştır. Artık hukukun kaynakları değişmiş, özellikle İslam Hukukuna göre Müslüman olmayanlar hakkındaki hükümler, bu tarihten itibaren Batı’nın yaklaşımları esas alınarak düzenlenmiştir. Sözgelimi; zekat, cihad ve benzeri ibadetlere zorlanmayan Gayrimüslimler buna karşılık bir tür vergi olan ‘cizye’ ödemekle yükümlü tutulmaktaydılar. Batılı Devletlerin de baskısının sonucu ‘Kanunu Esasi’ ile getirilen en önemli değişiklik; o zamana kadar ‘Müslüman, zimmi, müste’men ve harbî’ gibi statüler yerine gayrimüslimlerin ‘eşit vatandaşlık’ statüsüne alınarak cizyeden muaf tutulmaları olmuştur. Bu ve benzeri hükümler, anayasal sistemin dindışı anlayışa doğru evrildiğini gösteren işaretlerdir.
5- ‘1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu yürürlüğe koyan Birinci Meclis; Misakı Milli sınırları içinde coğrafi olarak küçülmüş, hilafet ve saltanatın egemen olduğu, Şer’i Ahkâmın uygulandığı, Osmanlı sisteminin korunduğu ama bazı yenilikleri de barındıran bir devlet inşa etmeyi hedefledi. Bu hedef etrafında kenetlenen iki büyük kitle Türkler ve Kürtler başta olmak üzere diğer Müslüman unsurlar, işgal altındaki Anadolu’nun kurtarılması için mücadele ettiler. Gayrimüslimler daha önce devletten koptuğu için, yönetim yeni sınırlar içinde kalan Müslüman ahaliye (Türk, Kürt vd.) dayanıyordu. Savaş, bu kurucu iradeye sarılanların oluşturduğu değerler dizisine bağlı kalınarak kazanıldı. 1921 Anayasası bu iradeyi ifade ediyordu.
6- Ancak savaşın kazanılması ve Lozan Barış Görüşmelerinin başlamasıyla birlikte; yönetimi elinde tutanlar ile Meclis birbirine ters düştü. Yapılan bir darbeyle Birinci Meclis feshedildi ve atama esaslı seçimler yapıldı. 1921 Anayasası askıya alındı. Kurulan yeni meclis; Lozan’ı kabul etti, Cumhuriyeti ilan etti, ardından ‘1924 Anayasası’nı yürürlüğe koydu. Böylece savaşı yürüten iradenin gaye ve hedefleri de tasfiye edilerek, temel özellikleri itibariyle öncekinden bütünüyle ayrı bir Devlet inşa edildi. 1961 ve 1982 Anayasaları da 1924 Anayasası gibi darbe sonucu hayata geçmiştir ve ortak bir ruhu yansıtmaktadır. Birbirinin devamı niteliğinde olan bu anayasaların en tipik özelliği, toplumun iradesini dışlayan darbeciler tarafından hazırlanmış olmasıdır.
Müslümanlar açısından Mekke dönemi ile Türkiye’de Ulus Devlet dönemi uygulamaları arasında bir hayli benzerlik olduğu söylenebilir. Ulus Devletin Din karşıtı tutumu nedeniyle Mekke döneminde olduğu gibi Müslümanlar yok sayıldılar, dışlandılar, kötü muamele gördüler, hakları ellerinden alındı, inandıkları biçimde yaşamaları engellendi. Dayatma ve baskı altında yaşamaya mahkûm edildiler. Dini, entelektüel, kültürel, sosyal, siyasal, kurumsal ve hukuki bir statüye sahip olmalarına izin verilmedi.
Buna karşılık Demokrasinin uygulandığı ülkelerde ve önümüzdeki süreçte demokratik uygulamalara daha çok yer vermesi hedeflenen Ülkemizde oluşacak şartlarla Medine Dönemi arasında biçimsel benzerlikler kurulabilir. ‘Medine Vesikası’ ile dayatma ve baskı yerine toplumsal kesimlerin hakları, ihtiyaçları ve taleplerini dikkate alan bir yönetim yapısı oluşturulmuştu. Müslümanlar, yönetimde oldukları diğer dönemlerde de Medine’de olduğu gibi farklı inançtakilerle sözleşmeye (zimmet) dayalı olarak birlikte yaşamayı sürdürmüşlerdir. Gündeme giren Yeni Anayasaya biçilen hedef de toplumsal kesimlerin ortaklaştığı bir düzen kurmaktır. Yani farklılıklara rağmen toplumsal barışın ve ortak yönetimin kurulması amaçlanmaktadır.
Seküler bir arka plan ve kültürün ürünü olan Demokrasi, geçmişte Din’in uygulamalı olarak ortaya koyduğunu gerçekleştirebileceğini iddia etmektedir. Din’in (İslam) açtığına biçimsel olarak benzeyen şemsiyeyi bu kez Demokrasi açmaya taliptir. Diğer kesimlerle birlikte Din mensuplarının özgürce yaşayabileceklerini de beyan etmektedir. Bunun ne kadar mümkün olduğu, Müslümanların asli unsur ve çoğunluk olduğu hiçbir ülkede henüz net olarak belli değildir. Şimdiye kadar Demokrasi sadece döl yatağı olan Batıda uygulandığı için diğer toplumlarda nasıl sonuçlar doğuracağı bilinmemektedir. Bu çerçevede bir Anayasa yapılabilirse ilk uygulama Türkiye’de görülecektir. Birçok soru işareti ve belirsizlik o zaman karşılık bulabilecektir.
Her halükarda sosyal tarafların taleplerini, ihtiyaçlarını ve haklarını karşılayacak ortak bir iradenin oluşması, herkesin ve her kesimin yararınadır. Öyle olduğu için bu ortak iradenin sakat doğmaması sağlanmalıdır. Bunun da temel şartı, bütün kesimlerin sürece etkin biçimde katılmasıdır.
Özellikle toplumda en yaygın ortak kimlik, yaşanmış birikimin mirasçısı olan Müslümanların; hem kendileri hem de bütün sosyal taraflara yapacağı katkı açısından sürece etkin katılımı şarttır. Aksi halde, yüzyılı aşkın bir süreden sonra ortaya çıkmış bu fırsat doğru değerlendirilmemiş olur. En önemli ayaklarından birinin eksik kaldığı Yeni Anayasa ile hedeflenen amaç gerçekleşemez.
Sürecin sağlıklı işleyebilmesi ve sonuçlanabilmesi için Türkiye’deki Müslümanların kendi meselesi olarak konuyu sahiplenmesi, başkalarının insaf ve lütfuna terk etmemesi hem önemli hem de zorunludur. Haklarını, ihtiyaçlarını ve taleplerini gerçekleştirmek için sonuna kadar mücadele etmek Müslümanlar için Dini, tarihi ve toplumsal bir sorumluluktur. Öte yandan hem kamu yönetimi hem diğer toplumsal kesimler, iç barışın eksiksiz sağlanabilmesi için Müslümanların sürecin dışında kalmasına razı olmamaları gerekir.
01.08.2011