Lozan Nedir?

1

Batı’nın Rönesansla başlayan ve dini, toplum hayatından çıkaran sekülerleşme Fransız Devrimi sonrası modernleşme adıyla tüm dünyayı etkisi altına aldı. Çok yönlü bir gerileme içinde olan Müslüman dünya da çareyi esen bu rüzgârın estiği yönde aramaya başladı. Osmanlı bu yöndeki hazırlıkları Islahat, Tanzimat, Meşrutiyet dönemlerinden geçerek ilerletti. Yeni fikirler daha çok taraftar buluyor ve zemin giderek sistemi değiştirmeye uygun hale geliyordu. Bu sırada küresel sömürgeciliği yaygınlaştırmış olan Batı, fiili ve kapsamlı paylaşımı gerçekleştirmek üzere Birinci dünya Savaşını çıkardı.

Bu savaşın en önemli sonucu yeryüzündeki Müslümanları temsil eden Osmanlı devletinin dağılmasıdır. Osmanlı’nın kontrolü altında olan topraklarda Avrupa devletleri arasında paylaşılan elliyi aşkın sömürge devlet kuruldu. Osmanlının merkezi toprakları üzerinde kurulmuş olması bakımından birçok yönden daha önemli olan Türkiye de bu devletlerden biridir.

Önce Sevr anlaşmasıyla Osmanlının tümüyle ortadan kaldırılması, sonra yerine Türkiye adıyla bir ulus devletin kurulması öngörüldü. Burada dikkatten kaçmaması gereken, hazırlık aşamalarında kurtuluşu Batılılaşmada/Modernleşmede gören aydın ve yönetici elitin ülke yönetiminde söz sahibi haline gelmiş olmasıdır. Fransız Devrimi sonrasında, Hristiyan unsurlar başta olmak üzere Müslümanlar arasında da ayrılıkçılığa, düşmanlığa ve çatışmalara gerekçe üreten milliyetçiliğin yayılması bütün dengelerin altüst olmasına yol açtı. Nitekim bu zihinle hareket eden İttihat ve Terakki, Osmanlı’nın dağılmasında dış odaklardan daha fazla rol sahibidir.

Unutulmaması gereken bir husus da karar süreçlerinde inisiyatifin, iradenin ve yönlendirme gücünün tümüyle Avrupalı devletlerin eline geçmiş olmasıdır.

Şimdi bu genel çerçeveyi gözden kaçırmadan Lozan’a nasıl gelindiğini anlamaya çalışalım:

Birinci Paylaşım Savaşı sonunda 22 milyon kilometre kareye sahip olan Osmanlı devletinin elinde ağırlıklı olarak Türklerle Kürtlerin yaşadığı topraklar kalmıştı. Avrupa devletleri, yaklaşık olarak onda bir oranındaki bu toprakların birçok yöresini de ayrıca işgal etmekteydiler. Hiç kuşku yok ki; bunların en önemlisi, halife/Sultanın başında bulunduğu yönetim merkezi olan İstanbul’un İngilizlerin başını çektiği devletler tarafından işgal edilmesidir. (13 Kasım 1918’de başlayan işgal, 23 Ağustos 1923’te Türkiye’nin Lozan’ı onaylamasından kırk gün sonra 4 Ekim 1923’te çatışmasız sonlandırılmıştır.)

İşgal karşısında devlet adına Vahdettin’in onayıyla bulunan çare, Misakı Milli[1] sınırları içindeki topraklarda[2] bir mücadele başlatmaktı. Bunun için Mustafa Kemal tam yetkili olarak görevlendirildi. Samsun’da başlayan çalışmalar, sırasıyla; Amasya, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi, Amasya Görüşmeleri ve 23 Nisan 1920’de Meclisin kurulmasıyla devam etti. Bu süreçle ilgili en önemli belge, kuruluşundan bir gün sonra Mustafa Kemal tarafından Mecliste yapılan detaylı konuşmadır.[3] Elde kalan merkezi topraklarda Osmanlı devletinin yaşatılması başlıca amaç olarak bu konuşmada defalarca vurgulanmıştır. Türkiye adıyla bir ulus devlet kurulması hiçbir şekilde söz konusu edilmemiştir. Kongrelerde alınan kararlarda ve çeşitli açıklamalarda da sık sık vurgulanan bu husus, ayrıca Hiyaneti Vataniye Kanunu, Nisabı Müzakere Kanunu ve 1921 Anayasası ile yasal güvence altına alınmıştır.

Hıyanet-i Vataniye Kanunu Madde 1:” Yüce Hilafet ve Saltanat makamı ve Osmanlı Devleti’ni yabancıların elinden kurtarma ve saldırıları savmak amacına yönelik olarak oluşturulan Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine isyanı içeren sözle veya eylemle veya yayın yoluyla muhalefet veya bozgunculukta bulunan kimseler vatan haini sayılır.”

Nisabı müzakere kanunu Madde 1: Büyük Millet Meclisi, hilafet ve saltanatın, vatan ve milletin kurtarılması ve milletin bağımsızlığının sağlanmasından ibaret olan gayesine ulaşıncaya kadar aşağıdaki şartlar çerçevesinde aralıksız toplanır.”

Meclisin aldığı kararlar doğrultusunda o günün ifadesiyle “Müslüman Ahali”, Mustafa Kemal’in komutasında Avrupa Devletlerinin isteği ve onayıyla Anadolu’yu işgal eden Yunanistan’a karşı çeşitli cephelerde savaş yürüttü. İzmir’in geri alınmasıyla kazanılan savaş 9 Eylül 1922’de sona erdi.

Ateşkes, resmen 11 Ekim 1922’de Mudanya’da yapılan anlaşma ile yürürlüğe girmiştir. Bunun ardından 27 Ekim 1922’de İtilaf Devletleri hem Ankara hem İstanbul hükümetini 13 Kasım 1922’de yapılması planlanan Lozan barış görüşmelerine davet etti[4]. Bu davetin iki hükümet arasında yol açtığı kriz, Saltanatın Kaldırılması ile sonuçlandı. Böylece Anakara hükümeti tek yetkili olarak görüşmelere katıldı.

 

2

 

Kurucu İki Belge

Kurucu toplumsal iradeyi yansıtan anahtar niteliğindeki iki kurucu belge anlaşılmadan Lozan gerçeğini doğru anlamak mümkün değildir. Biri, ‘Milli Mücadele’ ya da ‘Kurtuluş Savaşı’ adıyla anılan savaşın amacını ortaya koyan ‘Misakı Milli’ adlı metindir. Diğeri savaş sonrası barışın temellerini belirleyen ‘Lozan Talimatnamesi’ olarak bilinen belgedir.

  1. MisakıMilli: 28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclisi Mebusanı tarafından hazırlanarak kabul edilmiş olmakla birlikte Ankara Hükümeti tarafından da  tüm oluşum, yasama ve savaş süreçleri için kabul görmüş yegane referanstır. Milli Mücadelenin yönünü, amaç ve hedeflerini göstermiş ve toplumun ortak hareket etmesine esin kaynağı olmuştur. Altı maddeden oluşmaktadır ve bütün temel konuları doğrudan veya dolaylı kapsamına almaktadır:
  2. Osmanlı Devleti’nin, özellikle Arap çoğunluğunun yerleşik olduğu, 30 Ekim 1918’de mütarekenin imzalandığı tarihte, düşman ordularının işgali altında kalan kesimlerin kaderi, halkının serbestçe verecekleri karara uygun olarak belirlenmesi gerekeceğinden, adı geçen mütareke hattı içinde ve dışında din, ırk ve soy bakımından birleşik ve birbirine karşı saygı ve fedakârlık duygularıyla dolu olarak soy ve toplum hukuku ile çevre koşullarına tam olarak uyan Osmanlı Müslüman çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu bölgelerin hepsi gerçekten veya hükmen hiç bir şekilde bölünmez bir bütündür.
  3. Halkı, ilk serbest kaldıkları zaman halkın oylarıyla anavatana katılmış olan üç sancak [1] için gerektiğinde yeniden serbestçe halkoyuna başvurulmasını kabul ederiz.
  4. Türkiye ile yapılacak barışa bırakılan Batı Trakya’nın hukuki durumunun saptanması da, halkın tam bir serbestlik içinde açıklayacakları oylara uygun olarak yapılmalıdır.
  5. İslam Hilafet ve Saltanat Merkezi ve Osmanlı hükümet merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü tehlikeden uzak ( korunmuş ) olmalıdır. Bu ilke sklı kalmak şartıyla, Akdeniz ve Karadeniz Boğazlarının dünya ticaret ulaşımına açılması hakkında, bizimle diğer bütün ilgili devletlerin birlikte verecekleri karar geçerlidir.
  6. İtilaf Devletleri ile düşmanları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılan antlaşma esasları çerçevesinde azınlıklar hukuku komşu ülkelerdeki Müslüman ahalinin de aynı hukuktan yararlanmaları güvencesiyle tarafımızdan desteklenecek ve sağlanacaktır.
  7. Milli ve ekonomik gelişme olanağını elde etmek ve daha çağdaş ve düzenli bir yönetim şeklinde işleri yürütmeyi başarabilmek için, her devlet gibi, bizim de, gelişme sebeplerimizin sağlanmasında tam bir hürriyet ve bağımsızlığa kavuşmamız, varlığımızın ve hayatımızın esasıdır. Bu sebeple, siyasi, adli, mali ve benzeri gelişmelerimize engel kayıtlara karşıyız. Tahakkuk edecek borçlarımızın ödenme şartları da bu esaslara aykırı olmayacaktır.  Gerçekleşecek borçlarımızın ödeme koşulları da bu ilkelerle çelişmeyecektir.
  8. BLozanTalimatnamesi: Yunan işgalini sona erdiren Milli Mücadele sonrasında barışın esaslarını ve vazgeçilmezlerini gösteren bir metindir. Kurucu İradenin temsilcisi sıfatıyla Birinci Meclis tarafından Lozan’a gidecek heyete verilmek üzere hazırlanan 14 maddeden oluşmaktadır. Misakı Milli ile paralel hükümler taşımaktadır:

1-Doğu Sınırı: Ermeni yurdu bahis konusu olamaz. Olur ise görüşmeler kesilecektir.

2-Irak Sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancakları istenecektir. Konferansta bundan

farklı olarak ortaya çıkacak güçlükler için Vekiller Heyeti’nden talimat alınacaktır. Petrol vesaire imtiyazları sorununda İngilizlere bazı ekonomik çıkarlar sağlanması görüşülebilir.

3-Suriye Sınırı: Bu sınırın düzeltilmesine olanaklar elverdiğince çalışılacak ve bu sınır şöyle olacaktır: Resi İbn-i Hayn’dan başlayarak Harm, Müslimiye, Meskene ve sonra Fırat yolu Deyrizzor, çöl ve nihayet Musul Vilayeti güney sınırına ulaşır. (İskenderun’un güneyinden Kerkük’ün güneyine uzanan hat)

4-Adalar: Duruma göre hareket edilecek ve kıyılarımıza pek yakın meskûn olan ve olmayan adalar derhal ilhak edilecek, başarı elde edilemediği takdirde Ankara’dan sorulacaktır.

5-Trakya Batı Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacaktır.

6-Batı Trakya: Misak-ı Milli maddesi uygulanacaktır. (Misakı Milli Madde 3 – Türkiye barışına bağlılığın Batı Trakya’nın hukuksal durumunun saptanması da burada oturan halkın tam bir özgürlükle açıklayacakları oylarla belirlenmelidir.) 

7-Boğazlarda ve Gelibolu yarımadasında yabancı askeri kuvvet kabul edilemez. Eğer bu konudaki görüşmeler kesilmeyi gerektirirse kesilmeden önce Ankara’ya bilgi verilecektir.

8-Kapitülasyonlar kabul edilemez. Görüşmelerin kesilmesi gerekir ise yapılır.

9-Azınlıklar: Esas, mübadeledir.

10-Düyun-u Umumiye: Türkiye’den ayrılan memleketlere dağıtımı, Yunanlılara devri, yani tamirata karşılık tutulması, olmadığı takdirde 20 yıl ertelenmesi gerekir. Düyun-u Umumiye

İdaresi ortadan kalkacaktır. Güçlükler çıktığı takdirde Ankara’ya sorulacaktır.

11-Ordu ve donanmayı sınırlandıran konu olmayacaktır.

12-Yabancı kurumlar Türk kanunlarına tabi olacaklardır.

13-Türkiye’den ayrılan memleketler için Misak-ı Milli’nin özel maddesi yürürlüktedir. (Misakı Milli Madde 1

14-Cemaatler ve İslam Vakıflar Hukuku eski antlaşmalara göre düzenlenecektir.

 

3

 

Lozan Öncesinin Yaveri Sonrasının Düşmanı:

Lozan’ı anlamak için anahtar konumunda olan Mustafa Kemal’in 24 Nisan 1920 tarihli konuşmasının mutlaka dikkatle incelenmesi şarttır:

Milli Mücadelenin, Halife ve Sultan unvanlarını taşıyan Vahdettin tarafından planlanmış olduğunu, işin içinde olan Mustafa Kemal Paşa çeşitli platformlarda bizzat ifade etmiştir. “Olağanüstü İdari ve Askeri Yetkiler” ile “Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri Mustafa KEMAL” unvanlarıyla Anadolu hareketini başlatmak ve yürütmek üzere Vahdettin tarafından atandığını, kendisi çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Zaten böylesine üst düzey bir görevlendirmenin, planlanmış bir hareket olmadan ihdas edilmesi söz konusu olamaz. O zamana kadar ordu müfettişliği diye bir görevin bulunmaması ilk kez bu vesileyle oluşturulduğu anlaşılıyor.

Ancak İstanbul işgal altında olduğu için görevin gizli tutulduğu, ilgili birkaç yetkili dışında kimsenin konu hakkında bilgi sahibi olmamasına dikkat edildiği anlaşılıyor. O şartlar altında başka şekilde hareket etmek mümkün olmadığından bundan daha doğal bir şey olamazdı. İşgal altında olan bir ülkede planlanmış bir direniş, elbette gizli tutulmalıydı. Yetkililer, konuyla ilgilerinin olmadığını ifade etmekten başka Bir seçeneğe sahip değildi. Zahiren direnişe karşı olduklarını beyan etmeye her durumda mecbur idiler.

Buna rağmen, Mustafa Kemal’in görevlendirildiğini açıklaması, kendisinden çok, işgale rağmen görevi tevdi eden Vahdettin açısından riskliydi. İşgalcilerin istediği şekilde hareket etmek zorunda olduğu halde onlara karşı bir hareket planlamış olması, elbette birçok sıkıntı ve tehlikeye muhatap olması sonucunu doğurur. Bunu göze almak risk barındırdığından cesaret  ve fedakârlık gerektiriyordu.

Resmi ideoloji adına hazırlanan Resmi Tarihte bu gerçekler maksatlı bir şekilde toplumdan gizlenmiştir. Öyle ki düşman safında yer alan devletlerin isteklerini yerine getirerek yönetime el koyanlar yaptıklarını meşrulaştırmak için arka plandaki gerçek aktörleri ihanetle suçlamışlardır.

Şükran hak eden bu soylu davranışın ihanet olarak nitelenmesi, hem çok acı hem büyük bir haksızlık ve zulümdür. Gerçekleri saklayıp yerine yalanları geçirmek suretiyle toplumu aldatmak affedilebilir bir davranış değildir.

Mustafa Kemal de hareketi yöneten diğer kişilerin de Osmanlı Devletinin maaşlı ve rütbeli askerleri oldukları ve emir komuta zinciri içinde hareket edebildikleri hep göz ardı edilmektedir. Osmanlı Devletinin bütçesi ile donatılmış orduyu ve diğer kamu imkânlarını kullanarak hem kişisel hem toplumsal alanda çalışmalarını yürüttükleri de aksi iddia edilemeyecek kadar açıktır.

Mustafa Kemal’in istifaya zorlanması, işgal güçlerinin baskısının bir sonucu olarak dışarıya karşı görüntü vermeye yönelik danışıklı dövüş olma ihtimalini güçlendiren birçok işaret bulunmaktadır. İstifadan sonra Erzurum Kongresine askeri kıyafeti ve yaver kordonuyla katılmış, kongre heyetinin itirazı üzerine kıyafetini değiştirmiştir. Ancak askeri kıyafetle kongre salonuna girmekle delegeyi baskı altına almayı amaçladığı ve amacına ulaştığı açıktır. Bunun ona verilen görevin gereği ve padişahın isteği olduğunu delegeye hissettirmiştir. Askeri görevinden istifa ettiği halde yaverlikten ayrılmaması da aynı nedene dayanmaktadır. Saraydan yaverlikten ayrılması yönünde bir istek olmaması da dikkate değer ve anlamlıdır. Askeri ve mülki erkân üzerinde tam bir yetkili olarak göreve devam etmesi de aynı iddiayı kanıtlar niteliktedir. İstanbul yönetiminin, özellikle sarayın, Mustafa Kemal’in talimatlarına göre hareket ettikleri için Anadolu’daki kamu görevlileri ile ilgili bir baskı ve yönlendirmeye gitmemesi, maaş ve ödeneklerini kesmemesi de üzerinde durulması gereken hususlardandır.

Bunun yanında, Milli Mücadeleye sıcak bakmayan ve sorunu büyütmeye eğilimli olan hükümetin yerine  Vahdettin tarafından daha uyumlu çalışan Ali Rıza Paşa hükümetini ataması da dikkatten kaçırılmaması gereken hususlardandır..

Mustafa Kemal’in İstanbul’da Vahdettin tarafından görevlendirilmesinden zorlu savaş dönemi sonunda barış için Lozan’da masanın kurulmasına kadar geçen süreç boyunca Anadolu’daki ekibin tamamı, İslam’a ve Halifeye bağlı olduklarını sürekli beyan etmekten geri durmamışlardır. Toplumun hareketi benimsemesinde bunun payı oldukça fazladır. Erzurum Kongresinde, Sivas Kongresinde, Amasya’da İstanbul hükümetiyle imzalanan protokollerde ve Mecliste alınan kararlarda bu husus, dost düşman herkesin duyacağı biçimde teyit edilmişti. İslam’a ve halifeye bağlılık, çıkarılan kurucu kanunlarla ve 1921 Anayasasıyla yasal güvenceye altına alınmıştı. Daha önce, aynı doğrultuda İstanbul Meclisi Mebusanı tarafından hazırlanan Misakı Milli’ye Ankara meclisi de aynen sahip çıkıyordu.

Mustafa Kemal’in hareketin başına Vahdettin tarafından atandığını, başta Kazım Karabekir olmak üzere, rütbece kendisinden yüksek ya da denk olan askerlerin ve diğer bütün ilgililerin ona itirazsız tabi olmasından da anlamak mümkündür.

Ankara’da toplanan Meclis, aslında işgal dolayısıyla İstanbul’daki meclisin devamı olarak faaliyete geçirilmişti. Nitekim 20-22 Ekim 1919’da Amasya’da İstanbul Hükümetini temsilen Harbiye Nazırı ile Heyeti Temsiliye arasında imzalanan protokollerde konu son kez teyit edilmişti:

“Milli Meclis’in İstanbul’da tam bir güven içinde serbest olarak vazife görebilmesi şarttır. Bunun şartlara göre ne dereceye kadar temin edilebileceği düşünüldü. İstanbul’un yabancı işgalinde bulunması sebebiyle mebusların yasama görevlerini hakkiyle yerine getirmeye pek müsait olmayacağı fikri hâsıl oldu.

Yetmiş Seferinde Fransızların Lyon’da ve sonra Almanların Weimar’da yaptıkları gibi sulhun imzalanmasına kadar geçici olarak Milli Meclis’in Anadolu’da Hükümet’in uygun göreceği başka bir yerde toplanması uygun görüldü.”(Amasya Protokollerinden).

Bütün bu ve benzeri hususlar ile diğer bir takım soruların cevaplarını Birinci Meclisin açıldığı 23 Nisan 1920’den bir gün sonra yaptığı uzun konuşmada Mustafa Kemal açıklığa kavuşturmuştur. Meclisin açılmasına kadar geçen süreci bütün boyutlarıyla ele aldığı bu konuşma, ilk ağızdan önemli bilgi ve belgeler içermektedir. Çeşitli kaynaklarda değiştirilmeden yer alan ve TBMM Yayınları arasında yer alan “Türk Parlamento Tarihi” ve “TBMM’ni Açış Konuşmaları” adlı kaynaklarda yer alan bu konuşmanın önemli bölümleri şöyledir:

“Yüce makamlarınızca da bilindiği gibi, bağımsızlığı uğrunda dürüst ve cesur bir biçimde savaşan milletimiz, 30 Ekim 1918 tarihinde imza edilen ateşkes antlaşması ile silahını elinden bıraktı.

İtilâf donanmaları İstanbul’a girdikten sonra ateşkes antlaşmasının hükümleri bir tarafa bırakıldı; gün geçtikçe artan bir şiddetle, saltanat hakları, hükümetin gururu, milli onurumuz hiçe sayıldı. İtilaf heyetinden gördükleri özendirme ve koruma sayesinde Osmanlı uyruğundaki Müslüman olmayan unsurlar her yerde küstahça saldırılara başladılar.

Yabancı kuvvetlerin işgali altında inleyen başkentimizde kan ağlayan bütün onurlu kişiler, millet aydınları, din ve devlet hizmetlerinin önde gelen kişileri, büyük hilâfet ve saltanat makamı milli bağımsızlığımızın bu tehlikeli durumdan kurtarılmasının ancak milli vicdandan doğan birliğin azim ve iradesine bağlı bulunduğuna iman getirdiler. Fakat İstanbul’un baskı ve işgal altında bulunması sebebiyle milli onuru korumaya maddeten olanak kalmamıştır.

İşte bu sırada, Anadolu’ya mülki ve askeri işlerle görevli olarak ordu müfettişliğine atandım. 16 Mayıs 1919 günü İstanbul’u terk ettim, bu iş için görevlendirilmemi, din ve millete hizmet etmek için en büyük ve kutsal bir şeref olarak kabul ettim.

Yaşamımı ve kişiliğimi adadığım soylu ve ezilmiş milletimin bu haklı isteği üzerine artık benim için kutsal görev, milli iradeye uymayı her şeyin üzerinde görmekti.

Bunun üzerine yayınladığım bir genelge ile millete kesin sözümü verdim. İşbu genelgenin son cümlesi şöyleydi: «Geçirdiğimiz şu ölüm ve kalım günlerinde, bütün milletçe her tarafta arzu ve coşku ile elde edilmeye azmedilen milli bağımsızlığımız uğrunda tüm varlığımla çalışacağıma güvenmenizi isterim. Bu kutsal amaç uğrunda milletimle birlikte sonuna kadar çalışacağıma da mukaddesatım adına söz veririm»

(Burada Yüce Sadrazamlık Makamına Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri MUSTAFA KEMAL imzasıyla telgraf yazdığını, ardından Harbiye Nazırından (Milli Savunma Bakanı) ve Genelkurmay Başkanı tarafından İstanbul’a çağrıldığını belirtiyor.) 

Bu gerçeği öğrenince doğrudan doğruya saygıdeğer Padişah hazretlerine şu fikirlerimi arz ettim:

“Padişah Hazretlerinin Yüce Başkâtibi Vasıtasıyla

Padişah Hazretlerinin Devletli Katına

Büyük milletin ve kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınızı Tanrı kötülüklerden korusun? Yüce Padişahım, ülkemizin bugün uğradığı büyük baskı ve bölünme tehlikesi karşısında ancak yüce varlığınız başta olmak üzere, milli ve kutsal bir kudretin çabası; vatanı, devlet ve milletin bağımsızlığını şan ve şerefi büyük hanedanının altı buçuk asırlık yüce tarihini kurtarabilir. Çevremizdeki kişiler bu genel kanıda birleşmiştir. Son olarak huzurlarınıza kabul edilmek onurunu kazandığımda, üzücü İzmir olayı dolayısıyla hüzün dolu olan kutsal kalbinizden doğan kurtuluşla ilgili görüşleriniz bugün bile belleğimdeki yerini korumaktadır.

Bu duygumu açıklamak isterim. İstanbul’dan son olarak ayrılacağım gün bu şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız Boğaz içinde bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek, «görüyorsun» dediniz. «Ben artık memleket ve milletin nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum» ve ellerinizi kaldırarak, «inşallah millet akıllanır ve uyanır, bu üzücü durumdan gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır» buyurdunuz. Yazımda arz etmek istediğim bu kutsal sözlerdir.

Hükümdarımızın bu gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak görevime devam ediyorum. Hükümdarımızın emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu daima önemli konularda aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım. Şu bir ay içinde Zat-ı Şahanelerinin Anadolu’sundaki hemen bütün il, liva, ilçe ve hudut boylarına kadar olan yerlerdeki milletin durumunu ve tüm kumandan ve memurların düşünce ve çalışmalarını öğrendim ve bilgi edindim. Sonuç olarak açık bir şekilde görülüyor ki, millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması için kesin kararlı ve inançla dolu bulunuyor. İstanbul’da iken milletin bu kadar kuvvetle ve az sürede felâketlerden bu derece etkilenebileceğini düşünemedim.

Yüce Padişahım! Bu nitelik ve durumda bulunan ve kutsal şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize tam anlamı ile güvenilmesi ve bunun karşılığı olarak da gerçekten bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı olunması gerekir. Son kutsal buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır.

Yalnız, üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor dönemde bile İstanbul’daki uygunsuz ve nefret uyandıran konulardan ve kışkırtıcı söylentilerden rahatsız durumdadır. Gerçekten İstanbul yöresinin bozulmaya yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok olması ve devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar.

Yüce Padişahım! Hükümdarları hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul’da sunduğum açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.

İşte milli vicdanın ciddi izlenimlerini ve meydana gelen yeni durumları, istilâcı çıkarlarına, zıt gören İngilizler ve vatanın zararına da olsa, İngiliz taraftarlığını meslek edinen zayıf karakterliler, bu kere güçsüzlüklerini ortaya koyarak beni İstanbul’a çağırmak girişiminde bulunuyorlar. Pek şerefli hakanımızdan, milletine, vatanına bağlı ve bu uğurda ölümü hoşgörü ile karşılayan benim gibi bir kumandanın, yüce saltanat haklarına ve milletin ölmezliği ve var oluşuna düşman olanlarla işbirliği yapacağını ummaları kesinlikle beklenemezdi. Bundan dolayı bendeniz Malta’ya gitmek veya en azından iş görmez duruma getirilmek gibi ihtimaller karşısında bırakıldım ve doğal olarak da bunu kabul etmeyeceğim, eğer zorunlu kılınırsam gönül rahatlığı ile memuriyetimden istifa ederek eskiden olduğu gibi Anadolu’da ve millet sinesinde kalacağım; vatan görevimi bu kez daha açık adımlarla sürdüreceğim.

Millet bağımsızlığına kavuşsun, saltanat makamı ile yüce ve büyük hilâfet yok olmaktan kurtulsun. Sonsuz bağlılığımın daima artmakta olduğunu bildirerek buna inanmanızı rica ederim.

Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri

  1. KEMAL”

Başka bir telgraf metni:

“Bu mektup ve bildiri yüce malumlarınızdır. Bu sırada Müdafaa-i Hukuku Milliye (Milli hakları koruma) derneklerine ait telgrafların çekilmemesi konusunda Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü tarafından posta ve telgraf müdürlerine bir emir verildiği haber alındı. Vatanın tutsak bulunduğu bu tarihi dönemde, milli sesimizi duyurmada yararlı olan araçtan, milli kuruluşumuzun faydalanmasını engelleme cesaretinin millete karşı büyük ve haince bir cinayet ve islâmiyete karşı büyük bir günah olduğu açıktı. Bu acımasızca girişimin derhal önüne geçmeyi vicdani bir görev saydım ve genelge ile her tarafa gereken emirleri verdim. Durumu padişah hazretlerine arz ettim ve Sadaret makamına (Başbakanlık) ve Harbiye Nezaretine (Milli Savunma Bakanlığı) ve Posta Telgraf Genel Müdürlüğüne de yazdım.

Yüce Padişahım! Devam eden bu günkü parçalanma tehlikesi karşısında başta yüce saltanat makamınız olmak üzere kutsal durumunuzu kurtarma ve korumaya azmetmiş olan yüce milletimizin de böyle küçültücü ve gönül kırıcı bir düşünce ile yok sayılması tarihin ve milli vicdanın hiçbir zaman affedemeyeceği olaylardır.

Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri M. KEMAL

 

27 Haziran 1919’da Sivas’a geldim. Görevden alındığım konusunda Ali Kemal Beyin bir genelgesinin daha geldiğini öğrendim. Bu işlemle ilgili olarak Sadarete (başbakanlık) ve Harbiye Nezaretine 28 Haziran 1919’da şu telgrafı çektim:”

«Müdafaa-i Hukuku Milliye (Milli hakları koruma) ve Reddi ilhak derneklerine yardım ettiğim ve İngilizler tarafından ayrılmam istendiği için görevden alındığımı ve buna diğer bazı yersiz sözler de eklenerek İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey’in konuyu mülki makamlara bir genelge ile duyurduğunu öğrendim. Bendenizi bu göreve seçerek atanmamı buyuran Padişah hazretlerinin bu konudaki fikirlerini almak onuruna erişemediğim gibi, ne yüce sadaret makamından ve ne de Harbiye Nezareti yüce katından görevden alındığım konusunda hiçbir emir de almadım. Adı geçen kişi ile ilgili işlem konusundaki kararı yüce makamlarınızdan arz ederim.

Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri

Tuğgeneral M. KEMAL”

 

Bütün illere, bağımsız ve bağlı mutasarrıflara  kolordulara ve ikinci ordu müfettişliğine de şu telgrafı yazdım:

“Müdafaa-i Hukuku Milliye ve Redd-i İlhak gibi sadece vatanı ve milli bağımsızlığı korumaya yönelik kutsal bir amacı desteklediğim için ve İngilizler tarafından böyle arzu edildiğinden bahsedilerek görevimden alındığımı, İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey’in mülki makamlara gizli bir genelge ile bildirdiğini öğrendim.

Bendenizi bu memuriyete seçip, atanmamı buyuran Padişah hazretlerinin bu husustaki buyruklarını almak onuruna ulaşamadığım gibi, bu ana kadar ne yüce Sadaret makamından ve ne de Harbiye Nezareti yüce katından görevden alındığıma ilişkin hiçbir emir almadım.

Memuriyetimin sona ermesi konusunda padişah hazretlerinin buyruğunu alırsam, doğal olarak resmi görevimden ayrılarak bunu başkalarından önce özellikle benim duyuracağım bilinmelidir. Böyle bir durumda, vatanın kurtarılmasını amaçlayan dini ve milli birliği korumak, bu milletin sinesinden çıkan milliyetçi bir kişi olan benim için en yüce bir görev ve kesin bir amaç olacaktır. Bundan dolayı, devlet tarafından ve padişah buyruklarına bağlı olarak üçüncü ordu müfettişliği ve bunun devlet ve millete karşı olan sorumluluğu üzerimde bulundukça, Babıâli’nin emirlerinde yer alan resmi görevlerimizden dolayı bütün onurlu valiler ile bağımsız sancakların emirlerimi yerine getirmek zorunda ve bu günkü gerçeği anladıktan sonra her zaman ve tarih karşısında da sorumlu bulunduklarını ivedilikle bildiririm. Bundan sonra ordu müfettişliği devletin bir resmi makamı olup hiçbir zaman kişi ile ilgili bulunmadığından makamın kendine özgü yazışma ve düzenini iyi bir şekilde korumak ve devam ettirmenin kanuni bir zorunluluk olduğunu ve bu bildirimin Ali Kemal Beyin yazısının gönderildiği makamlara da ulaştırılması gereğini ek olarak arz ederim.                            

Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri

  1. KEMAL”

 

2 Temmuz 1919 günü Erzincan’da Saray Başkâtipliğinden aldığım telgrafın başlıca noktaları şunlar idi:

“Daha önce ve son olarak dikkatlerine sunulmak üzere göndermiş bulunduğunuz telgraflarınız için Padişah efendimiz hazretleri, sizlere karşı yakınlık ve iyilikseverliğinizden dolayı duyduğu hayranlığa dayanarak ve özel olarak, aşağıda yazılı olan öğütlerin bildirilmesi konusunda beni görevlendirmişlerdir. Yüksek makamca bilinen vatansever duygularınız nedeniyle o yörede acele olarak bazı düzenleme ve girişimlerde bulunmanız, İngilizlerin dikkatlerini çekmiş ve hükümeti baskı altına almışlardır.

Şu sırada yüce zatınızın bundan yararlanarak İstanbul’a dönmeleri belki yabancıların hükümete baskılarını azaltacaktır. Bu konu hakkınızda gurur kırıcı bir işlemin uygulanması düşüncesiyle önerilmemekte olup, harbiye dairesince görevden alınmanız da yüksek makamca düşünülmediğinden Harbiye Nezareti’nden iki ay süreli hava değişimi istenilerek durum açıklığa kavuşuncaya ve barış gerçekleşinceye kadar arzu edilen bir şehir veya kasabada dinlenmenizin en uygun çözüm olduğunu hatırlamanız buyurulmuştur.”

Ferit Paşa’ya en son verdiğim cevap şudur:

“Harbiye Nazırı Ferit Paşa Hazretlerine

Erzurum, 6 Temmuz 1919

Ermenistan’a bağlanmalarına söz verilmiş olduğunu öğrenmekle heyecana gelen ve coşan doğu illeri halkının arasından ayrılıp İstanbul’a gelmem konusundaki önerinizi yerine getirmek konusunda kişisel irademi kullanmaya manen ve maddeten imkân bulamıyorum. Durumun değerlendirilmesini, bilinen mertliğiniz ve samimiyetinize güvenerek arz ederim, efendim.

Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri

  1. KEMAL”

Beklemeden şu telgrafı gönderdiler:

“Yüksek memuriyetinize görülen lüzum üzerine son vermiş olduğundan hemen gecikmeden İstanbul’a dönmeniz Padişah hazretlerinin emirleri gereğidir.

Padişah Başkâtibi Ali FUAT”

Son cevabım şu oldu:

“Padişah hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtipliği eliyle

 Padişah hazretlerinin yüce katına!

                                                                                                       7 Temmuz 1919 Erzurum

Şimdiye kadar gerek padişahlık yüce makamına ve gerek Harbiye Nazareti’ne yazdığımı yazılarda vatan ve milletin ve yüce hilafet makamının karşılaştığı üzücü olayları ve buna karşı ortaya çıkan tepkileri ve milli durumu bütün safhaları ve açığı ile arz ettim.

Böyle davranmakla kutsal varlığımın bana yüklediği en yüksek ve en vicdani görevlerden birini yapmış oldum. Bendenizin çalışına ve faaliyetlerinin İngilizlerce vatan savunması olarak değil, başka bir şekilde yorumlanması nedeniyle yüce hükümetlerinin ağır baskı altında tutulduğu yazılıyor ve bildiriliyor. Yüce Hükümetiniz ve yüce Saltanat başkentinizin ne gibi baskı ve üzücü şartlar altında bulunduğu gerek benim tarafımdan ve gerekse bütün asil milletimizce tam anlamıyla ve her yönüyle bilinmekte olup bu baskı ve denetimin giderek daha da artması durumunda özellikle büyük sadakatle ve aşırı derecede bağlı bulunduğum müşfik ve yüce amaçlar taşıyan yüreğinizin sıkıntıya düşmesine hiçbir şekilde razı olamayacağım için, yalnız memuriyetime değil, bütün şan ve şerefini, vatan ve milletimin ve kutsal yüce makamınızın feyiz ve asalet nurundan alan ve pek çok sevdiğim kutsal askerlik yaşamıma da veda ederek fedakârlıkta bulunduğumu arz etmek isterim. Yüce saltanat ve hilâfet makamınızın ve asil milletimizin sonuna kadar daima koruyucusu ve sadık bir kulu olarak kalacağımı içten gelen duygularımla arz ve temin ederim. Yüksek askerlik mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye Nezareti’ne bildirdim. Onurlu padişaha sıhhat ve esenlikler diler ve her türlü kötülükten korumasını Cenabı Hak’tan dilerim. Yüce bilgilerinize sunarım.

Kulları Mustafa KEMAL”

 

4

 Lozan öncesi, üzerinde ısrarla durulan ve taviz verilemez olduğu ortak kabul gören yaklaşım Misakı Milli metninde yer alan hususlardır. İlgililer, yetkililer ve toplumun tümü bundan geriye gidilmesini yok olmayla eşdeğer saymışlardır. Bu ortak kabulü en iyi yansıtan, hareketin lideri Mustafa Kemal olmuştur. Samsun’dan itibaren bütün aşamalarda hareketin ana hedef ve stratejisini buna göre şekillendirmiştir.

Bu bağlamda, Mustafa Kemal’in yaptığı meclis açılış konuşmalarının tümünde bu hedef ve strateji ısrarla ve defalarca vurgulanmıştır. Savaşın sona erdiği 1922’deki ve Lozan görüşmelerinin devam ettiği 1923’deki meclis açış konuşmalarında da Misakı Milliden [5]taviz verilmeyeceğini kararlılıkla vurguladığı görülmektedir:

Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Mart 1922 konuşmasından:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin iç yönetimde ve politikasındaki genel kural, Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzun (1921 Anayasası) birinci maddesiyle Misakı Millimizin birinci ve beşinci maddelerinde kesin ve açık olarak gösterilmiştir. Buna göre yönetimimiz, kayıtsız şartsız egemenliğine sahip olan halkın geleceğini kendi eli ile ve fiili olarak yönetme esasına dayanmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin iç yönetimde ve politikasındaki genel kural, Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzun (Anayasa ) birinci maddesiyle Misakı Millimizin birinci ve beşinci maddelerinde kesin ve açık olarak gösterilmiştir. Buna göre yönetimimiz, kayıtsız şartsız egemenliğine sahip olan halkın geleceğini kendi eli ile ve fiili olarak yönetme esasına dayanmaktadır. 

Milli Misakımız içinde akdedilebilecek bir barışı imzalamaya hazır olduğumuzu bütün dünyaya göstermek amacıyla katıldığımız Londra Konferansından hiçbir sonuç çıkmadı.

 İç politikamızda olduğu gibi, dış politikamızda da ana amacımız Misakı Milli hükümlerini içermektedir.  Ve Misakı Milliyi kabul ederek, maddi ve manevi alanda tam bağımsızlığımızı kabul edenleri derhal dost kabul ederiz. “

1 Mart 1923 konuşmasından:

“El Cezire cephesinde: Ülkenin güneydoğu sınırının Misakı Milli kurallarına uygun olarak belirlenmesi için silaha başvurulması ihtimali düşünülerek gereken askeri önlemler alındı.

Bugün geçmiştekinden güçlüyüz.  Bugün geçmişe oranla daha büyük bir yetenek ve hayati güce sahibiz. Bu üstünlüğü sağlayan nedir? Bunu kesin ve açık olarak tekrar tekrar söylemek zorunluluğundayız. Bunun gerçek nedeni, iki kuralın kavramında yer almaktadır. Bu kurallardan birisi Misakı Milli, ikincisi egemenliği kayıtsız şartsız ulusun elinde tutan Teşkilâtı Esasiye Kanunumuzdur (1921 anayasası)

 Misakı Milli adıyla tanıdığımız, gerçekleştirilmesi uğrunda bütün ulusun hayatlarını feda etmeyi göze aldığı kurtuluş belgemizin güç, kuvvet ve niteliğine ise, 1 Kasım 1922 kararının da değeri ve önemi odur. Misakı Milli, vatanın dış düşman karşısındaki durumunu ve yerini belirleyen kutsal bir kural olduğu gibi, 1 Kasım 1922 kararı da, yüzyıllardan beri bilgisizliğin yol göstericilerinin koruyucusu, iyi kötü bütün uğursuzlukların babası bulunan ve ulusumuz için yurt içinde sürekli düşman tutumu gösteren saltanat kişilerine ve onların temsilcileri olduğu uğursuz yönetim şekline yöneltilmiş kutsal bir silahtır.

Misakı Milli sonuçları elde edildikten sonra bile ulusun kendi kendini yönetmesi kuralı gevşek tutulursa, elde edilen büyük sonuçların elden gideceği kesindir.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışından sonra, kendi meşru durumu konusunda sözle, eylemle, yazılı olarak ve herhangi bir araç kullanarak aleyhte bulunanları Meclis hangi yetki ile vatan haini saydıysa, Misakı Milli aleyhinde bulunanları da hangi politik ve sosyal gerekçe ile hain durumunda tanıdıksa ve son olarak, bütün şanlı görünüş ve heybeti ile bütün kanunları ve gücü ile Meclisin ve Misakı Millinin aleyhinde bulunan yüzyılların yönetimini ve onun mensuplarını hangi nedenlerle ve hangi yetki ile hain olarak nitelendirdikse, bugünkü milli egemenlik düşmanlarını da aynı nedenlerle hain olarak kabul ederiz.”[6]

Birinci Meclisin Lozan görüşmelerine son vererek heyetin 4 Şubat 1923te  geri gelmesinden birkaç gün sonra yukarıda görüldüğü üzere 1 Mart 1923’te Mustafa Kemal Misakı Milli ile ilgili güçlü vurgularda bulunmayı sürdürüyor.  Ancak aynı günlerde Mustafa Kemal Mecliste Lozan’da Batı yanlısı bir tutum takınıyor ve muhalifleri baskı altına almaya çalışıyordu. Nitekim 6 Mart 1923 günlü oturumda; Lozan’da gizli bir anlaşma yapıldığını ileri süren Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal tarafından tehdit edildi. Birkaç gün sonra kaybolan Ali Şükrü Bey 27 Mart 1923 günü öldürülmüş halde bulundu. Misakı Millinin yılmaz savunucusu meclisin önde gelen milletvekili Ali Şükrü Bey’in öldürülmesinin Lozan’la bağlantılı olduğunu olayların gelişimi ele veriyor. İlk akla gelen, elbette olayın arkasında Mustafa Kemal’in olduğudur.

Kritik sorular:

İkisi de Misakı Millinin tavizsiz savunucusu olduğuna göre biri diğerini neden tasfiye etti?

Meclisin çoğunluğu Ali Şükrü Bey’in cenazesi için Trabzon’a gittiği halde Mustafa Kemal ve arkadaşları cenazeye neden katılmadı?

Milletvekilleri cenaze için Trabzon’dayken Kurucu Birinci Meclis Mustafa Kemal’in talimatıyla hem de usulsüz bir şekilde neden tasfiye edildi?

Birinci Meclis’in feshedildiği 16 Nisan 1923’ten bir hafta sonra 23 Nisan 1923’te henüz yeni meclis seçimleri yapılmamışken Lozan heyeti alelacele görüşmelere meclis kararı olmadan neden döndü?

Birinci Meclisin Misakı Milliye uymadığı ve birçok taviz barındırdığı gerekçesiyle reddettiği Lozan Anlaşması neden kabul edildi?

Elde kalan 783.562 km² topraklara karşılık; Kürdistan’dan(Bugünkü Kuzey Irak ve Kuzey Suriye) 392.000 km², Batum’dan 64,9 km², Nahcivan’dan 5.502,73 km2, Batı Trakya’dan 8.578 km², Kıbrıs’tan 9.251 km² ve Ege Adaları ile birlikte toplam 500.000 kmcivarında toprak neden terk edildi?

Ayrıca ele alınması gereken birçok alanla ilgili hayati önem taşıyan kayıplar neden kabul edildi?

Türkiye savaşın galibi olarak masaya oturmuşsa bu tavizler neden verildi?

Misakı Millinin “İslam Hilafet ve Saltanat Merkezi ve Osmanlı hükümet merkezi olan İstanbul şehri ile Marmara Denizi’nin güvenliği her türlü tehlikeden uzak ( korunmuş ) olmalıdır” maddesine rağmen İstanbul’da İngiliz işgali sürüyorken savaşın bittiğinden ve galibiyetten söz edilebilir mi?

Bu şartlarda Lozan anlaşmasının bağımsız bir iradeyle imzalanması mümkün müdür? İlh…

5

 Lozan ve Ulus Devlet

Konuya başlamadan önce bir belirlemede bulunmaya ihtiyaç var:

Lozan’ın öncesi ve sonrasında meydana gelen gelişmelerden sadece bu kararlara imza atanları ve onları destekleyenleri sorumlu tutmak hem hakkaniyete uygun düşmez hem yanıltıcı olur. Zira bu sürecin oluşmasında birçok dinamik rol ve sorumluluk sahibidir. Sözgelimi; adalet devletinin yerine saltanata dayalı hilafeti geçiren Emeviler ile bunu sürdüren Abbasilerin, Memlüklerin ve Osmanlıların Müslümanların gerilemesinde önemli pay sahibi olukları inkâr edilemez. Eğer onlar zaaflarına yenilmeyip başlangıçta uygulanan adalet devletine dönselerdi Müslümanlar Batı karşısında bu kadar geri kalmaz, ezilmez ve mahkûm olmazdı. Dolayısıyla, Batı’nın sömürüye dayalı küresel egemenliği kurulamaz ve Müslümanlar ile diğer Batı dışı toplumlar bu hallere düşmezdi. Bunun gibi bir çok şey sayılabilir.

Birinci derecede suçlu dış güçler değil, iç bütünlüğünü adaletle sağlamayıp dış güçlerin müdahalesine açık hale getirenler olduğu unutulmamalıdır.

Şimdi konumuza dönelim:

Lozan’ın en önemli sonuçlarından biri, Misakı Millinin belirlediği sınırların içinde yer alan; Kürt nüfusun ağırlıklı olduğu günümüzdeki Irak ve Suriye’nin kuzeyi, Batı Trakya, Ege Adaları, Kıbrıs, Batum, Nahcivan’dan oluşan yaklaşık 500.000 km2 toprağın terk edilmesidir. Türkiye’nin 783.562 km2 olan yüzölçümü düşünüldüğünde rakamın ne kadar büyük olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu yerlerin paha biçilmez stratejik değeri göz önüne alındığında ise, kayıplar çok daha büyük anlam kazanmaktadır. Osmanlı Devletinin 22 milyon kilometrekare olan toprak kaybının üzerine bunların da eklenmesi her bakımdan yıkımı inanılmaz boyutlara taşımıştır.

Özellikle Kürtlerin yaşadığı toprakların oluşturulan dört yapay ulus devlet arasında paylaştırılması, bu halkı, büyük trajedi ve travmalara mahkûm etmiştir. Aradan yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, Lozan’ın ürünü olan dört ulus devletin ırkçı uygulamaları karşısında varlığını sürdürmek için karşılaştıkları zorluklar, ödedikleri bedeller, yaşadıkları riskler hesaba katıldığında bu anlaşmanın sonuçlarının ne kadar vahim olduğu anlaşılmaktadır.

Bir gariplik de şudur: Gayesi “hilafet ve saltanatı kurtarmak” olarak belirlenmiş olduğu halde yönetim merkezi olan İstanbul, yani “hilafet ve saltanat” işgal altında ama savaşın kazanıldığının, ülkenin kurtarıldığının iddia edilmesidir. İşgal devam ederken mücadelenin sona erdiği ilan ediliyor ve Birinci Dünya Savaşının galipleri tarafından organize edilen barış görüşmelerine katılım sağlanıyor.

Türkiye tek başına, emperyalist olarak tanımladığı ülkeler ve yandaşlarından oluşan; İngiltere, Fransa, Sırbistan, Rusya, İtalya, Yunanistan, Portekiz, Belçika, Romanya, Japonya ve ABD’nin karşısında masaya oturuyor.

Lozan’da barışla değil dayatmayla karşı karşıya kalındığını ve bu şartlarda görüşmelere devam etmenin mümkün olmadığını fark eden Birinci Meclis, Lozan heyetini geri çağırıyor. Heyetin gelmesiyle mecliste kıyametler kopuyor ve akıllara durgunluk veren olaylar gerçekleşiyor. Mustafa Kemal’in başını çektiği grup, Batı’nın isteklerini yerine getirmekten başka çare olmadığını savunuyor. Ali Şükrü Bey’in aralarında yer aldığı grup ise; Misakı Milliden taviz verilemeyeceğini, mağlup gibi değil galip gibi davranılmasını, yeniden savaşa girmekten kaçınılmaması gerektiğini ileri sürüyordu.

Tartışmaların sertleştiği bir meclis oturumunda Mustafa Kemal, Ali Şükrü Bey’e silah çekerek tehditte bulundu.  Bir kaç gün sonra Ali Şükrü Bey, Topal Osman tarafından öldürüldü. Suçlu olduğu öğrenilen Topal Osman da girilen çatışmada askerler tarafından öldürüldü.

Bu sırada ilk darbe denilebilecek önemli bir gelişme yaşandı. Nitelikli, yani üçte iki çoğunlukla alınması gereken seçim kararı, Ankara’da bulunan az sayıda milletvekilinin katılımıyla alındı. Böylece, Birinci Meclis emrivakiyle feshedildi. Yeni meclis oluşmadığı halde, Lozan görüşmeleri yeniden başlatıldı. Görüşmeler sürdürülürken atamayla denilebilecek bir usulle ikinci meclis  kuruldu.

Tarihler çok şey anlatıyor:

27 Mart 1923, Ali Şükrü Bey Öldürüldü,

10 Nisan 1923, Ali Şükrü Bey Milletvekillerinin katılımı ile Trabzon’da defnedildi,

16 Nisan 1923, Birinci Meclis Feshedildi

23 Nisan 1923, Lozan’ın İkinci Dönemi Başladı,

28 Haziran 1923, İkinci Meclis Seçimleri yapıldı,

24 Temmuz 1923, Lozan Anlaşması İmzalandı,

11 Ağustos 1923,  İkinci TBMM açıldı,

23 Ağustos 1923, Meclis Lozan’ı Onayladı

6 Ekim 1923, İngilizler İstanbul’un İşgaline son verdi

29 Ekim 1923, Cumhuriyet’in İlan edildi.

Toprak kayıpları kadar önemli olan bir konu da Müslüman bloku temsil eden hilafet devletinin, Lozan’da alınan kararlarla hükümsüz bırakılmasıdır. Zira alınan kararlar, Osmanlı Devletini ve Halifeliği yok sayıyor, muhatap aldığı Türkiye’yi bir ulus devlet olarak tasvir ediyordu. Oysa anayasa, yasalar ve tüm kurucu belgelere göre Osmanlı Devletinin varlığı devam ediyordu. Nitekim Meclis  19 Kasım 1922’de yeni halifeyi seçerek bunu bir kez daha belgelemişti.

 

 

[1] Mustafa Kemal Nutuk’ta Misakı Millinin güney sınırlarını şöyle belirlemişti: “Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu hudud İskenderun Körfezi cenubundan, Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasında Cerablus Köprüsü cenubundan Fırat Nehri’ne mülaki olur. Oradan Deyrizor’a iner, sonra şarka uzanarak Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içine alır. Bu hudud ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarının ikamet ettiği vatanımızın bölümlerini sınırlar.”

[2]  Türklerin çoğunlukta olduğu Anadolu ile Kuzey Irak ve Kuzey Suriye dahil Kürt İlleri.

[3] [TÜRK PARLAMENTO TARİHİ Milli Mücadele ve T.B.M.M. 1. dönem 1919 – 1923 CİLT: 1 FAHRİ ÇOKER,

https://mehmetalkis.com/lozan-yolunda-yaverlikten-dusmanliga/

 

[4] 27 Ekim 1922 tarihinde İngilizce, Fransızca ve İtalyanca verilen nota şöyledir: “24 Eylül 1922 tarihli notalarına ek ve Ankara Hükümeti’nin 4 Ekim 1922 tarihli notasına cevap olarak Büyük Britanya, Fransa ve İtalya Hükümetleri Doğu’da harbe son verecek bir antlaşma yapmak amacıyla 13 Kasım 1922’de müzakereleri açmak için temsilcilerini Lozan’a göndermeye, Ankara Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ni davetle şeref kazanırlar. Büyük Britanya, Fransa ve İtalya Hükümetleri arasında, temsilcilerin tam yetkili olması ve fakat bu delegelerin ikiden fazla olmaması kararlaştırılmıştır.” Lozan Konferansı’nda Türkiye’yi Temsil Sorunu Prof. Dr. Temuçin Faik Ertan

 

[5] Mustafa Kemal, Nutuk’ta Misakı Millinin güney sınırlarını şöyle belirlemişti: “Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu hudud İskenderun Körfezi cenubundan, Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasında Cerablus Köprüsü cenubundan Fırat Nehri’ne mülaki olur. Oradan Deyrizor’a iner, sonra şarka uzanarak Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi içine alır. Bu hudud ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarının ikamet ettiği vatanımızın bölümlerini sınırlar.”

 

[6]   https://www5.tbmm.gov.tr/kutuphane/meclis_acilis.html

 

Hits: 42

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir