LOZAN YOLUNDA YAVERLİKTEN DÜŞMANLIĞA
Milli Mücadelenin, Halife ve Sultan unvanlarını taşıyan Vahdettin tarafından planlanmış olduğunu, işin içinde olan Mustafa Kemal Paşa çeşitli platformlarda bizzat ifade etmiştir. “Olağanüstü İdari ve Askeri Yetkiler” ile “Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri Mustafa KEMAL” unvanlarıyla Anadolu hareketini başlatmak ve yürütmek üzere Vahdettin tarafından atandığını, kendisi çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Zaten böylesine üst düzey bir görevlendirmenin, planlanmış bir hareket olmadan ihdas edilmesi söz konusu olmaz. O zamana kadar ordu müfettişliği diye bir görevin bulunmaması ilk kez bu vesileyle oluşturulduğu anlaşılıyor.
Ancak İstanbul işgal altında olduğu için görevin gizli tutulduğu, ilgili birkaç yetkili dışında kimsenin konu hakkında bilgi sahibi olmamasına dikkat edildiği anlaşılıyor. O şartlar altında başka şekilde hareket etmek mümkün olmadığından bundan daha doğal bir şey olamazdı. İşgal altında olan bir ülkede planlanmış bir direniş, elbette gizli tutulmalıydı. Yetkililer, konuyla ilgilerinin olmadığını ifade etmekten başka bir seçeneğe sahip olamazdı. Zahiren direnişe karşı olduklarını beyan etmeye her durumda mecbur idiler.
Buna rağmen, Mustafa Kemal’in görevlendirildiğini açıklaması, kendisinden çok, işgale rağmen görevi tevdi eden Vahdettin açısından riskliydi. İşgalcilerin istediği şekilde hareket etmek zorunda olduğu halde onlara karşı bir hareket planlamış olması, elbette birçok sıkıntı ve tehlikeye muhatap olması sonucunu doğurur. Bunu göze almak gerçekten büyük bir cesaret ve fedakârlıktı.
Resmi ideoloji adına hazırlanan Resmi Tarihte bu gerçekler maksatlı bir şekilde toplumdan gizlendiğinden, bu riskleri ve fedakârlıkları göze alanların fark edilmesi engellenmiştir. Öyle ki düşman diye karşılarına dikilen Batı’nın çizdiği yol haritasına uyup işbirliğine girenler yönetime el koymaları yetmezmiş gibi, arka plandaki gerçek aktörleri ihanetle suçlamışlardır. Böylece, yaptıklarına toplumsal meşruiyet kazandırmayı amaçlamışlardır.
Şükran hak eden bu soylu davranışın ihanet olarak nitelenmesi, hem çok acı hem büyük bir haksızlık ve zulümdür. Gerçekleri saklayıp yerine yalanları geçirmek suretiyle toplumu aldatmak affedilir bir vebal değildir.
Mustafa Kemal’in de hareketi yöneten diğer kişilerin de Osmanlı Devletinin maaşlı ve rütbeli askerleri olduğu sır olmayıp açık seçik ortadadır. Osmanlı Devletinin bütçesiyle donatılmış orduyu ve diğer kamu imkânlarını kullanarak hem kişisel hem toplumsal alanda çalışmalarını yürüttükleri de aksi iddia edilemeyecek kadar açıktır.
Mustafa Kemal’in istifaya zorlanması, işgal güçlerinin baskısının bir soncu olarak dışarıya karşı görüntü vermeye yönelik danışıklı dövüş olma ihtimalini güçlendiren birçok işaret bulunmaktadır. İstifadan sonra Erzurum Kongresine askeri kıyafeti ve yaver kordonuyla katılmış, kongre heyetinin itirazı üzerine kıyafetini değiştirmiştir. Ancak askeri kıyafetle kongre salonuna girmekle delegeyi baskı altına almayı amaçladığı ve amacına ulaştığı açıktır. Bunun ona verilen görevin gereği ve padişahın isteği olduğunu delegeye hissettirmiştir. Askeri görevinden istifa ettiği halde yaverlikten ayrılmaması da aynı nedene dayanmaktadır. Saraydan yaverlikten ayrılması yönünde bir istek olmaması da dikkate değer ve anlamlıdır. Askeri ve mülki erkân üzerinde tam bir yetkili olarak devam etmesi de aynı iddiayı kanıtlar niteliktedir. İstanbul yönetiminin, özellikle sarayın, Mustafa Kemal’in talimatlarına göre hareket ettikleri için Anadolu’daki kamu görevlileri ile ilgili bir baskı ve yönlendirmeye gitmemesi, maaş ve ödeneklerini kesmemesi de üzerinde durulması gereken hususlardandır.
Bunun yanında, Milli Mücadeleye sıcak bakmayan ve sorunu büyütmeye eğilimli olan hükümet değişmesi Vahdettin tarafından sağlanmış, yerine daha uyumlu çalışan Ali Rıza Paşa hükümeti getirilmiştir.
Mustafa Kemal’in İstanbul’da Vahdettin’den görevi almasıyla başlayan ve zorlu bir savaş dönemi sonunda barış için Lozan’da masanın kurulmasına kadar geçen süreç boyunca Anadolu’daki ekibin tamamı, İslam’a ve Halifeye bağlı hareket etmişlerdir. Çeşitli vesilelerle bu bağlılığı açığa vurmaktan geri durmadıkları, hatta böylelikle halk nazarında itibarlarının arttığı biliniyor.
Erzurum Kongresinde, Sivas Kongresinde, Amasya’da İstanbul hükümetiyle imzalanan protokollerde ve Mecliste alınan kararlarda bu husus, dost düşman herkesin duyacağı biçimde teyit edilmişti. İslam’a ve halifeye bağlılık, çıkarılan kurucu kanunlarla ve 1921 Anayasasıyla yasal güvenceye altına alınmıştı. Daha önce, aynı doğrultuda İstanbul Meclisi Mebusanı tarafından hazırlanan Misakı Milli’ye Ankara meclisi de aynen sahip çıkıyordu.
Mustafa Kemal’in hareketin başına Vahdettin tarafından atandığını, başta Kazım Karabekir olmak üzere, rütbece kendisinden yüksek ya da denk olan askerlerin ve diğer bütün ilgililerin ona itirazsız tabi olmasından da anlamak mümkündür.
Ankara’da toplanan Meclis, aslında işgal dolayısıyla İstanbul’daki meclisin devamı olarak faaliyete geçirilmişti. Nitekim 20-22 Ekim 1919’da Amasya’da İstanbul Hükümetini temsilen Harbiye Nazırı ile Heyeti Temsiliye arasında imzalanan protokollerde konu son kez teyit edilmişti:
“Milli Meclis’in İstanbul’da tam bir güven içinde serbest olarak vazife görebilmesi şarttır. Bunun şartlara göre ne dereceye kadar temin edilebileceği düşünüldü. İstanbul’un yabancı işgalinde bulunması sebebiyle mebusların yasama görevlerini hakkiyle yerine getirmeye pek müsait olmayacağı fikri hâsıl oldu.
Yetmiş Seferinde Fransızların Lyon’da ve sonra Almanların Weimar’da yaptıkları gibi sulhun imzalanmasına kadar geçici olarak Milli Meclis’in Anadolu’da Hükümet’in uygun göreceği başka bir yerde toplanması uygun görüldü.”(Amasya Protokollerinden).
Bütün bu ve benzeri hususlar ile diğer bir takım soruların cevaplarını Birinci Meclisin açıldığı 23 Nisan 1920’den bir gün sonra yaptığı uzun konuşmada Mustafa Kemal açıklığa kavuşturmuştur. Meclisin açılmasına kadar geçen süreci bütün boyutlarıyla ele aldığı bu konuşma, ilk ağızdan önemli bilgi ve belgeler içermektedir.
Çeşitli kaynaklarda değiştirilmeden yer alan bu uzun konuşmanın önemli bölümlerini TBMM Yayınları arasında yer alan “Türk Parlamento Tarihi” ve “TBMM’ni Açış Konuşmaları” adlı kaynaklardan kısaltılmış hali:
“Yüce makamlarınızca da bilindiği gibi, bağımsızlığı uğrunda dürüst ve cesur bir biçimde savaşan milletimiz, 30 Ekim 1918 tarihinde imza edilen ateşkes antlaşması ile silahını elinden bıraktı.
İtilâf donanmaları İstanbul’a girdikten sonra ateşkes antlaşmasının hükümleri bir tarafa bırakıldı; gün geçtikçe artan bir şiddetle, saltanat hakları, hükümetin gururu, milli onurumuz hiçe sayıldı. İtilaf heyetinden gördükleri özendirme ve koruma sayesinde Osmanlı uyruğundaki Müslüman olmayan unsurlar her yerde küstahça saldırılara başladılar.
Yabancı kuvvetlerin işgali altında inleyen başkentimizde kan ağlayan bütün onurlu kişiler, millet aydınları, din ve devlet hizmetlerinin önde gelen kişileri, büyük hilâfet ve saltanat makamı milli bağımsızlığımızın bu tehlikeli durumdan kurtarılmasının ancak milli vicdandan doğan birliğin azim ve iradesine bağlı bulunduğuna iman getirdiler. Fakat İstanbul’un baskı ve işgal altında bulunması sebebiyle milli onuru korumaya maddeten olanak kalmamıştır.
İşte bu sırada, Anadolu’ya mülki ve askeri işlerle görevli olarak ordu müfettişliğine atandım. 16 Mayıs 1919 günü İstanbul’u terk ettim, bu iş için görevlendirilmemi, din ve millete hizmet etmek için en büyük ve kutsal bir şeref olarak kabul ettim.
Yaşamımı ve kişiliğimi adadığım soylu ve ezilmiş milletimin bu haklı isteği üzerine artık benim için kutsal görev, milli iradeye uymayı her şeyin üzerinde görmekti.
Bunun üzerine yayınladığım bir genelge ile millete kesin sözümü verdim. İşbu genelgenin son cümlesi şöyle idi: «Geçirdiğimiz şu ölüm ve kalım günlerinde, bütün milletçe her tarafta arzu ve coşku ile elde edilmeye azmedilen milli bağımsızlığımız uğrunda tüm varlığımla çalışacağıma güvenmenizi isterim. Bu kutsal amaç uğrunda milletimle birlikte sonuna kadar çalışacağıma da mukaddesatım adına söz veririm»
(Burada Yüce Sadrazamlık Makamına Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri MUSTAFA KEMAL imzasıyla telgraf yazdığını, ardından Harbiye Nazırından (Milli Savunma Bakanı) ve Genelkurmay Başkanı tarafından İstanbul’a çağrıldığını belirtiyor.)
Bu gerçeği öğrenince doğrudan doğruya saygıdeğer Padişah hazretlerine şu fikirlerimi arz ettim:
Padişah Hazretlerinin yüce başkâtibi vasıtasıyla Padişah Hazretlerinin devletli katına
Büyük milletin ve kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınızı Tanrı kötülüklerden korusun? Yüce Padişahım, ülkemizin bu gün uğradığı büyük baskı ve bölünme tehlikesi karşısında ancak yüce varlığınız başta olmak üzere, milli ve kutsal bir kudretin çabası; vatanı, devlet ve milletin bağımsızlığını şan ve şerefi büyük hanedanının altı buçuk asırlık yüce tarihini kurtarabilir. Çevremizdeki kişiler bu genel kanıda birleşmiştir. Son olarak huzurlarınıza kabul edilmek onurunu kazandığımda, üzücü İzmir olayı dolayısıyla hüzün dolu olan kutsal kalbinizden doğan kurtuluşla ilgili görüşleriniz bu gün bile belleğimdeki yerini korumaktadır.
Bu duygumu açıklamak isterim. İstanbul’dan son olarak ayrılacağım gün bu şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız Boğaz içinde bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek, «görüyorsun» dediniz. «Ben artık memleket ve milletin nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum» ve ellerinizi kaldırarak, «inşallah millet akıllanır ve uyanır, bu üzücü durumdan gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır» buyurdunuz. Yazımda arz etmek istediğim bu kutsal sözlerdir.
Hükümdarımızın bu gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak görevime devam ediyorum. Hükümdarımızın emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu daima önemli konularda aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım. Şu bir ay içinde Zat-ı Şahanelerinin Anadolu’sundaki hemen bütün il, liva, ilçe ve hudut boylarına kadar olan yerlerdeki milletin durumunu ve tüm kumandan ve memurların düşünce ve çalışmalarını öğrendim ve bilgi edindim. Sonuç olarak açık bir şekilde görülüyor ki, millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması için kesin kararlı ve inançla dolu bulunuyor. İstanbul’da iken milletin bu kadar kuvvetle ve az sürede felâketlerden bu derece etkilenebileceğini düşünemedim.
Yüce Padişahım! Bu nitelik ve durumda bulunan ve kutsal şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize tam anlamı ile güvenilmesi ve bunun karşılığı olarak da gerçekten bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı olunması gerekir. Son kutsal buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır.
Yalnız, üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor dönemde bile İstanbul’daki uygunsuz ve nefret uyandıran konulardan ve kışkırtıcı söylentilerden rahatsız durumdadır. Gerçekten İstanbul yöresinin bozulmaya yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok olması ve devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar.
Yüce Padişahım! Hükümdarları hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul’da sunduğum açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.
İşte milli vicdanın ciddi izlenimlerini ve meydana gelen yeni durumları, istilâcı çıkarlarına, zıt gören İngilizler ve vatanın zararına da olsa, İngiliz taraftarlığını meslek edinen zayıf karakterliler, bu kere güçsüzlüklerini ortaya koyarak beni İstanbul’a çağırmak girişiminde bulunuyorlar. Pek şerefli hakanımızdan, milletine, vatanına bağlı ve bu uğurda ölümü hoşgörü ile karşılayan benim gibi bir kumandanın, yüce saltanat haklarına ve milletin ölmezliği ve var oluşuna düşman olanlarla işbirliği yapacağını ummaları kesinlikle beklenemezdi. Bundan dolayı bendeniz Malta’ya gitmek veya en azından iş görmez duruma getirilmek gibi ihtimaller karşısında bırakıldım ve doğal olarak da bunu kabul etmeyeceğim, eğer zorunlu kılınırsam gönül rahatlığı ile memuriyetimden istifa ederek eskiden olduğu gibi Anadolu’da ve millet sinesinde kalacağım; vatan görevimi bu kez daha açık adımlarla sürdüreceğim.
Millet bağımsızlığına kavuşsun, saltanat makamı ile yüce ve büyük hilâfet yok olmaktan kurtulsun. Sonsuz bağlılığımın daima artmakta olduğunu bildirerek buna inanmanızı rica ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri M. KEMAL”
Başka bir telgraf metni:
“Bu mektup ve bildiri yüce malumlarınızdır. Bu sırada Müdafaa-i Hukuku Milliye (Milli hakları koruma) derneklerine ait telgrafların çekilmemesi konusunda Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü tarafından posta ve telgraf müdürlerine bir emir verildiği haber alındı. Vatanın tutsak bulunduğu bu tarihi dönemde, milli sesimizi duyurmada yararlı olan araçtan, milli kuruluşumuzun faydalanmasını engelleme cesaretinin millete karşı büyük ve haince bir cinayet ve islâmiyete karşı büyük bir günah olduğu açıktı. Bu acımasızca girişimin derhal önüne geçmeyi vicdani bir görev saydım ve genelge ile her tarafa gereken emirleri verdim. Durumu padişah hazretlerine arz ettim ve Sadaret makamına (Başbakanlık) ve Harbiye Nezaretine (Milli Savunma Bakanlığı) ve Posta Telgraf Genel Müdürlüğüne de yazdım.
Yüce Padişahım! Devam eden bu günkü parçalanma tehlikesi karşısında başta yüce saltanat makamınız olmak üzere kutsal durumunuzu kurtarma ve korumaya azmetmiş olan yüce milletimizin de böyle küçültücü ve gönül kırıcı bir düşünce ile yok sayılması tarihin ve milli vicdanın hiçbir zaman affedemeyeceği olaylardır.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri M. KEMAL
27 Haziran 1919’da Sivas’a geldim. Görevden alındığım konusunda Ali Kemal Beyin bir genelgesinin daha geldiğini öğrendim. Bu işlemle ilgili olarak Sadarete (başbakanlık) ve Harbiye Nezaretine 28 Haziran 1919’da şu telgrafı çektim:”
«Müdafaa-i Hukuku Milliye (Milli hakları koruma) ve Reddi ilhak derneklerine yardım ettiğim ve İngilizler tarafından ayrılmam istendiği için görevden alındığımı ve buna diğer bazı yersiz sözler de eklenerek İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey’in konuyu mülki makamlara bir genelge ile duyurduğunu öğrendim. Bendenizi bu göreve seçerek atanmamı buyuran Padişah hazretlerinin bu konudaki fikirlerini almak onuruna erişemediğim gibi, ne yüce sadaret makamından ve ne de Harbiye Nezareti yüce katından görevden alındığım konusunda hiçbir emir de almadım. Adı geçen kişi ile ilgili işlem konusundaki kararı yüce makamlarınızdan arz ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri Tuğgeneral M. KEMAL
Bütün illere, bağımsız ve bağlı mutasarrıflara kolordulara ve ikinci ordu müfettişliğine de şu telgrafı yazdım:
Müdafaa-i Hukuku Milliye ve Redd-i İlhak gibi sadece vatanı ve milli bağımsızlığı korumaya yönelik kutsal bir amacı desteklediğim için ve İngilizler tarafından böyle arzu edildiğinden bahsedilerek görevimden alındığımı, İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey’in mülki makamlara gizli bir genelge ile bildirdiğini öğrendim.
Bendenizi bu memuriyete seçip, atanmamı buyuran Padişah hazretlerinin bu husustaki buyruklarını almak onuruna ulaşamadığım gibi, bu ana kadar ne yüce Sadaret makamından ve ne de Harbiye Nezareti yüce katından görevden alındığıma ilişkin hiçbir emir almadım.
Memuriyetimin sona ermesi konusunda padişah hazretlerinin buyruğunu alırsam, doğal olarak resmi görevimden ayrılarak bunu başkalarından önce özellikle benim duyuracağım bilinmelidir. Böyle bir durumda, vatanın kurtarılmasını amaçlayan dini ve milli birliği korumak, bu milletin sinesinden çıkan milliyetçi bir kişi olan benim için en yüce bir görev ve kesin bir amaç olacaktır. Bundan dolayı, devlet tarafından ve padişah buyruklarına bağlı olarak üçüncü ordu müfettişliği ve bunun devlet ve millete karşı olan sorumluluğu üzerimde bulundukça, Babıâli’nin emirlerinde yer alan resmi görevlerimizden dolayı bütün onurlu valiler ile bağımsız sancakların emirlerimi yerine getirmek zorunda ve bu günkü gerçeği anladıktan sonra her zaman ve tarih karşısında da sorumlu bulunduklarını ivedilikle bildiririm. Bundan sonra ordu müfettişliği devletin bir resmi makamı olup hiçbir zaman kişi ile ilgili bulunmadığından makamın kendine özgü yazışma ve düzenini iyi bir şekilde korumak ve devam ettirmenin kanuni bir zorunluluk olduğunu ve bu bildirimin Ali Kemal Beyin yazısının gönderildiği makamlara da ulaştırılması gereğini ek olarak arz ederim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri M. KEMAL
2 Temmuz 1919 günü Erzincan’da Saray Başkâtipliğinden aldığım telgrafın başlıca noktaları şunlar idi:
«Daha önce ve son olarak dikkatlerine sunulmak üzere göndermiş bulunduğunuz telgraflarınız için Padişah efendimiz hazretleri, sizlere karşı yakınlık ve iyilikseverliğinizden dolayı duyduğu hayranlığa dayanarak ve özel olarak, aşağıda yazılı olan öğütlerin bildirilmesi konusunda beni görevlendirmişlerdir. Yüksek makamca bilinen vatansever duygularınız nedeniyle o yörede acele olarak bazı düzenleme ve girişimlerde bulunmanız, İngilizlerin dikkatlerini çekmiş ve hükümeti baskı altına almışlardır.
Şu sırada yüce zatınızın bundan yararlanarak İstanbul’a dönmeleri belki yabancıların hükümete baskılarını azaltacaktır. Bu konu hakkınızda gurur kırıcı bir işlemin uygulanması düşüncesiyle önerilmemekte olup, harbiye dairesince görevden alınmanız da yüksek makamca düşünülmediğinden Harbiye Nezareti’nden iki ay süreli hava değişimi istenilerek durum açıklığa kavuşuncaya ve barış gerçekleşinceye kadar arzu edilen bir şehir veya kasabada dinlenmenizin en uygun çözüm olduğunu hatırlamanız buyurulmuştur.»
Ferit Paşa’ya en son verdiğim cevap şudur:
Harbiye Nazırı Ferit Paşa Hazretlerine
Erzurum, 6 Temmuz 1919
Ermenistan’a bağlanmalarına söz verilmiş olduğunu öğrenmekle heyecana gelen ve coşan doğu illeri halkının arasından ayrılıp İstanbul’a gelmem konusundaki önerinizi yerine getirmek konusunda kişisel irademi kullanmaya manen ve maddeten imkân bulamıyorum. Durumun değerlendirilmesini, bilinen mertliğiniz ve samimiyetinize güvenerek arz ederim, efendim.
Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri M. KEMAL
Beklemeden şu telgrafı gönderdiler:
«Yüksek memuriyetinize görülen lüzum üzerine son vermiş olduğundan hemen gecikmeden İstanbul’a dönmeniz Padişah hazretlerinin emirleri gereğidir.»
Padişah Başkâtibi Ali FUAT
Son cevabım şu oldu:
Padişah hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtipliği eliyle
Padişah hazretlerinin yüce katına.
7 Temnıuz 1919 Erzurum
Şimdiye kadar gerek padişahlık yüce makamına ve gerek Harbiye Nazareti’ne yazdığımı yazılarda vatan ve milletin ve yüce hilafet makamının karşılaştığı üzücü olayları ve buna karşı ortaya çıkan tepkileri ve milli durumu bütün safhaları ve açığı ile arz ettim.
Böyle davranmakla kutsal varlığımın bana yüklediği en yüksek ve en vicdani görevlerden birini yapmış oldum. Bendenizin çalışına ve faaliyetlerinin İngilizlerce vatan savunması olarak değil, başka bir şekilde yorumlanması nedeniyle yüce hükümetlerinin ağır baskı altında tutulduğu yazılıyor ve bildiriliyor. Yüce Hükümetiniz ve yüce Saltanat başkentinizin ne gibi baskı ve üzücü şartlar altında bulunduğu gerek benim tarafımdan ve gerekse bütün asil milletimizce tam anlamıyla ve her yönüyle bilinmekte olup bu baskı ve denetimin giderek daha da artması durumunda özellikle büyük sadakatle ve aşırı derecede bağlı bulunduğum müşfik ve yüce amaçlar taşıyan yüreğinizin sıkıntıya düşmesine hiçbir şekilde razı olamayacağım için, yalnız memuriyetime değil, bütün şan ve şerefini, vatan ve milletimin ve kutsal yüce makamınızın feyiz ve asalet nurundan alan ve pek çok sevdiğim kutsal askerlik yaşamıma da veda ederek fedakârlıkta bulunduğumu arz etmek isterim. Yüce saltanat ve hilâfet makamınızın ve asil milletimizin sonuna kadar daima koruyucusu ve sadık bir kulu olarak kalacağımı içten gelen duygularımla arz ve temin ederim. Yüksek askerlik mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye Nezareti’ne bildirdim. Onurlu padişaha sıhhat ve esenlikler diler ve her türlü kötülükten korumasını Cenabı Hak’tan dilerim. Yüce bilgilerinize sunarım.
“Kulları Mustafa KEMAL”