Genel anlamda modern devlet ve ona uyumlu olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefi arka planını, aydınlanma felsefesi ve uzantısı pozitivizm oluşturmaktadır. Pozitivizmin, “dinin etkin ve belirleyici olduğu devirler sona ermiş, bilimin egemen olduğu döneme girilmiştir” tezi devletin felsefesi olarak kabul görmüştür. Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma söylemi de bu düşüncenin özüdür. Devletin aldığı tüm kararlar bu bakış açısına dayanmaktadır. Kurucu iradeyi dikkate almadan hayata geçirilen ve Devrim Yasaları olarak adlandırılan tüm kurucu düzenlemelerin hedefi dini kamusal alanın dışına çıkarmaktır. Bunun için toplumun değer yargılarının kısa zamanda ve kestirmeden değişmesi için dayatmaya/zora başvurma yöntem olarak benimsenmiştir. Devletle toplumu karşı karşıya getiren bu yönteme dayanan uygulamalar karşılıklı güven ilişkisini neredeyse yok etmiştir. Çözülemeyen ve halen sürmekte olan birçok yakıcı sorun bu yaklaşımın eseridir.
Yetmişlere gelindiğinde devletin; baskı, şiddet, korku ve yasaklara dayanan politikaları ve uygulamalarının sarsıcı etkisi, İslami kesimde iki eğilimin güçlenip yaygınlaşmasına yol açtı. Bir grup, her şeye rağmen, devletin politikalarının İslam’a aykırı olmadığı hatta kimi konularda özdeş olduğu iddiasını temel aldı. Bir grup da politikaları İslam’a aykırı olduğu devletin ıslah edilmesinin mümkün olduğu görüşünü benimsedi.
Günümüzde de varlığını sürdüren birinci eğilimin görüşleri özetle şöyle ifade edilebilir:
Devlet, Osmanlı İslam mirasını sürdürmekte olduğundan ülke Darul İslam olma vasfını yitirmemiştir. Dolayısıyla; devlete muhalefet edilmemeli, belki ıslahına çalışılmalıdır. Din düşmanı olan yöneticilerin yerine dine saygılı olanların alması için çaba gösterilmelidir. Sistemi tahrip etmeden, anarşiye mahal vermeden, özellikle eğitim alanında yanlışların ıslahına yönelik projelerin devlet tarafından hayata geçirilmesini sağlamak için çalışmak çözüme en büyük katkı olacaktır.
Şeytandan ve siyasetten uzak durmaları gereken dindarlar sadece ehveni şer kategorisindeki partileri desteklemekle yetinmeli, kirli olan fiili siyasete bulaşmamalıdır. Kirli siyaseti yürüten yöneticilerden değil, onları yönlendiren yönetilenlerden olmak tercih edilmelidir. Bunu gerçekleştirmek için, Mecelle’nin “İki şerden, daha hafif olanı tercih edilir” hükmü gereğince dine alenen karşı olmayan sağcı, milliyetçi kanadı temsil eden ehveni şer siyasetine destek verilmelidir. Allah inancını kabul etmeyen komünizme karşı bu tercihin küresel boyutunu temsil eden kapitalist blok ve onun güvenlik teşkilatı olan Nato‘nun yürüttüğü siyaset de desteklenmelidir.
Çöken komünizmin yerine İslam’ı tehdit olarak gösterdikleri halde dindar kitleleri yönlendiren kişi ve gruplar kapitalist bloka yakın durmaya devam ediyorlar. Devlete karşı bir hareket olması ve sol tarafından sahiplenilmesi nedeniyle Kürt Meselesinde de red, inkâr ve asimilasyon politikalarına karşı bir duruş sergilememek gerektiği yönündeki kanaatlerini korumaktadırlar.
İkinci eğilim; İslami duruşu daha görünür hale getirmek gerektiği düşüncesinden hareket etmiştir. Buna göre: İş başına gelmiş olan iktidarlar; başta İslami kesim olmak üzere tüm toplumun sorunlarını çözecek anlayışa ve projelere sahip değildirler. Manevi değerler ihmal hatta tahrip edilmektedir. Hak ve adaletin yerini kuvvetin üstünlüğü almıştır. Ülkenin bağımsızlığı sanayi üretimine dayalı ekonomik gelişmeyle mümkündür. Ülke iyi yönetilmemekte, toplum ile devletin arasındaki kopukluk giderilmemektedir. İktidar için kamplaşma ve çatışma körüklendiğinden dış güçlerin desteğiyle gerçekleştirilen darbelerle ülkeye müdahale edilmektedir. Böylece, ülke sömürge muamelesine tabi tutulmakta ve bağımsız hareket etmesi engellenmektedir. Ehveni şer, dindar kitlelerin oyunu almak için kullanılan bir aldatmacadır. Sağ ve sol iktidarlar denendi ve iyi sonuçlar alamadılar. Bunun yerine doğrudan hakkı temsil edenlerin iktidara gelmesi ile hem dindarların hem diğer kesimlerin sorunları çözülebilir. Batı hayranlığı terk edilmeli, ilhamını tarihten ve inançlardan alan Mili Görüşe dönülmelidir. İlh…
İki eğilimin yukarıda özetlenen görüşleri arasındaki önemli fark, dine bağlı kesim doğrudan iktidara talip olsun mu olmasın mı tartışmasında düğümlenmektedir. Aslında, iki görüş de sistemin içinde kalarak ve yasal sınırlara bağlı kalarak sorunları ıslahatçı yöntemle ve uzun vadeye yayarak çözmekten yanadır. İki taraf da dönemsel şartların zorlaması ve ortaya çıkan gelişmelere göre tavır belirlemiştir.
Milli Görüşün teorisi, liderinin İslam’a bağlılığı ve bu yöndeki müktesebatı ile doğrudan bağlantılıdır ve kendi döneminde son derece önemli bir değişimin başlamasında etkili olmuştur.
Ancak aradan geçen yarım asırda hem teoriye hem uygulamaya yönelik akademik ve entelektüel çevrelerde önemli ve derinlemesine çalışmalar yapıldı. Milli Görüşün İslam’ın siyaset teorisiyle uyumlu olup olmadığı da tartışılmaktadır. Dünyada ve ülkede meydana gelen önemli gelişmeler de dikkate alınınca politikalarda değişikliğe gidilmesinin zorunluluk haline geldiği anlaşılmaktadır. İyi bir başlangıç yapılmış olmasından ve Müslümanların özgüven kazanmasına vesile olmasından, bundan sonrası için de yeterli olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Kendini yenileyerek geliştirmelidir. Küresel sistemin dayatmalarına teslim olmak amacıyla yenilikçi hareket adıyla ortaya çıkanların tersine, İslam’ın Siyaset Teorisiyle uyumlu politikalara daha çok yönelmesine ülke de insanlık da şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Bu sorumluluğun muhatapları olan siyasetçiler görevlerini yerine getirmekle yükümlüdürler.
(Devam edecek)