Ulus Devlet, Nereden Nereye? (Alıntı)

Ulus-Devleti Kim Yok ediyor?

25 Şubat 2013.

 

İstanbul’da İstiklal Caddesinde tezgah açmışlar.  70’li yılların grevci gömleğinden esinlenmiş yelekler giymişler. Önünde “Genç Türk” yazıyor; arkasında da “Atatürk’ün Askerleriyiz”.  İçlerinden biri ağzına dayadığı bir ses yükseltici aygıt ile gelip geçenin “milli hislerini kabartacak” cümleler haykırıyor; iki üç genç de gelip geçenlerin eline basılı bildirileri tutuşturmaya çabalıyor. Yaşlı bir amca (Valla ben değil !) delikanlılardan birine bir şeyler sordu. Bildiri dağıtmaya ara veren “Atatürk’ün askeri”  meraklı amcayı bilinçlendirmeye başladı:

– Biz artık Türk milletinin sesini yükseltmesi gerektiğini söylüyoruz. Millet düşmanları Kürtlerle elele verdiler ve milli devletimizi yıkmaya, yok etmeye çalışıyorlar. Biz buna dur diyoruz…

Bir an durup, o “Atatürk Askeri”nin yanına yanaşıp, lafa karışıp “Delikanlı milli devletini savunacaksan bari doğru bilgilen de öyle savun” desem mi diye düşündüm. Sonra kendime gülüp yoluma devam ettim. Zaten işim vardı. Türk Ulus-devletine ve bütün ulus-devletlere ciddi itirazları olanlarla buluşmaya gidiyordum.

*    *    *

Gerçekten de yeryüzünde ulus-devlet terimi ile tanımladığımız geleneksel devletler ya çöküyor, ya “Adı ulus-devlet ama kendi değil” bir dönüşüm sürecinde ya da direnmeye, varlığını sürdürmeye çabalıyor.

Yazının girişinde sözünü ettiğim genç “Atatürk askerleri”nden anlı şanlı anayasa profesörlerine, siyasal hayatını milliyetçiliğin çeşitli renkleri üstüne kurmuş siyaset esnafından  “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet elden gidiyor” diyen samimi Atatürkçü kadın ve erkeklere geniş bir kesim Türkiye’de –ve eğer dünyada olup bitenlere gözlerini açıyorlarsa- tüm dünyada ulus-devletlerin bir varolma-yokolma sürecine girdiklerini görüyor ve bundan tedirgin oluyorlar. Bu tedirginliği bir yas tutma düzeyine çıkaranlar bile var. Hatta CHP’nin nedense ve nasılsa profesör hanım siyasetçisi gibiler “Artık saldırıya geçiyoruz” gibisinden ne anlama geldiğini galiba kendilerinin de bilmediği naralar atıyorlar.

Gel gör ki tedirgin olma, kaygılanma, ulus-devlet yası tutma tarihin akışını etkilemiyor. Atılan naralar mezarlıktan geçerken korkuyu bastırmak için türkü çığırmaktan öte anlam taşımıyor.

Ulus-devletlerin sonu göründü.

Elbette akşamdan sabaha bir değişimden söz etmiyorum. Elbette bir süreçten söz ediyorum ve elbette bu sürecin henüz başlarındayız. Ama şairin deyişiyle: Bütün alametler belirdi.

Peki kimdir ya da nedir ulus-devletlerin sonunu hazırlayan ve bu süreci başlatan?

Kendini devlet tapıncına kaptıranlara, milliyetçilere, ulusalcılara sorarsanız cevap üç aşağı beş yukarı belli: Sorumlular vatan hainleridir; milli bilinçten yoksun hainlerdir; milletiyle öğünmeyen, milletini sevmeyen soysuzlardır, falandır filandır…

Oysa  “Ulus devletleri yok edecek sürecin sorumluları kimlerdir” sorusunun çok yalın bir cevabı var:

Ulus-devletleri kimler kurduysa yok edenler de onlardır…

Yeterince açık bir cevap olmadı mı ?

Peki, yarın açık ve ayrıntılı bir cevap veririz…

 

Ulus Devleti Kimler, Neden Kurdu?

26 Şubat 2013

Tüccardılar. Avrupa’nın ya liman ya da ırmak boylarındaki kentlerinde iş tutuyorlardı. Gemiler donatıyor ve uzak limanlara yelken basıyorlardı…

Tüccardılar. Avrupa’nın ya liman ya da ırmak boylarındaki kentlerinde iş tutuyorlardı. Gemiler donatıyor ve uzak limanlara yelken basıyorlardı. Hindistan’ın baharatını, Çin’in ipeğini, Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarının şarabını, zeytinini, zeytinyağını, Marmara Adası’nın mermerini Avrupa limanlarına ve düzenli akan Batı Avrupa ırmaklarının oluşturduğu su yollarından anakaranın içlerine taşıyorlar ve lordlara, kontlara, feodal beylere iyi fiyatlarla satıyorlardı. Ticaret  yoluyla ilk sermaye birikimi başlamıştı ve hızla kabarıyordu.

Toprağı sürmek için pulluk demiri, ürünleri taşımak için araba, araba tekerlekleri yapan, bitek vadilerde beslenen koyunların tüylerinden yün kumaşlar dokuyan zenaatkarlara toplu siparişler vermeye başladılar. Kendi adlarına ürettirdikleri bu “sanayi mallarını” anakaranın içlerine ulaştırıp yüksek kârlarla satıyorlardı. Ticaret sermayesinden sanayi sermayesi birikimi aşamasına geçilmişti.

Kasalarında çok paralar, özellikle altın sikkeler birikti. İyice yükünü tutanlar bankerliğe geçtiler. Finans sermayesi oluşuyordu. Gemi donatıp uzaklara yollayan tüccarlara kredi açmaya, köylülerin ürettiği ürünlerin bir kısmına el koyarak geçinen feodal beylere, prenslere, kontlara, hatta krallara da borç vermeye başladılar.

Borçlarını ödemeyen, dahası kendi egemenlik bölgelerinde satış için getirilen mallara el koymaya kalkan, kendi bölgelerindeki ticaretten yüksek ve keyfi vergi toplamak için zorbalığa başvuran derebeyleri, prensler, lordlar, kontlar, hatta krallarla yani aristokrasi denen ve kiliseyle kolkola siyasal ve ekenomik erki ellerinde tutan soylularla  araları açıldı.

Kentlerde yaşıyor, ürettiriyor (Dikkat: Üretmiyor, ürettiriyor) ve gitgide ve hızla  toplumun servet sahibi yeni sınıfını oluşturuyorlardı. Aristokrasiye bağımlı bir serf (=yarıcı, maraba, toprağa bağlı ama köle olmayan köylü) olmayı reddedip özgür yurttaş (=Bürger, citizen, citoyen)  olma mücadelesi veriyorlardı. Tarih kitabı bu mücadelenin ilk zaferinin bugünkü Belçika’da, ırmak kenti Gent’te ve Orta Almanya’da, Main ırmağı üstündeki Frankfurt’ta kazanıldığını yazıyor.

Arkası çorap söküğü gibi geldi. Aristokrasi gerileyen, servet sahibi yurttaşlar (Burjuvalar)  karşısında  tutunamayan, dolayısıyla siyasal iktidardaki gücü de gitgide kırılan bir sınıftı artık.

Siyasal iktidar ilkin 1789’da Fransa’da yıkıldı. Yurttaşlar, aristokrasinin iktidarını alaşağı ettiler. Çok zor olmadı. Çok kanlı da olmadı.Aristokrasi zaten içten içe iyice çürümüştü. Sermaye sahibi tüccar, sanayici ve bankerler ise feedol zulüm ve mali baskıdan kurtulmak isteyen köylüleri ve kent yoksullarını da saflarına çekmeyi başarmıştı. Siyasal iktidar el değiştirdi. Adına Büyük Fransız Devrimi dendi. Bu sahiden bir devrimdi. İnsanlığı daha ileriye taşıyacak yeni sınıf (burjuvazi, kapitalist sınıf) siyasal iktidarı da ele geçirmişti.

1848’de ise sermayedar sınıflar bütün Avrupada iktidarları ele geçirdiler. O yüzden 1848’e “Halkların baharı” dendi. Kapitalist sınıf öncülüğünde  ayaklanan halk kitleleri  aristokrasinin egemenliğine bütün Avrupa ülkelerinde son verdiler.

Birbiri ardına “Ulus-devlet”ler kurulmaya başlandı. Fransa’da Frank, Breton, Korsa, Galya kabilelerini tek bir çatı altında buluşturmakta yarar ve çıkar vardı. Burjuvazinin iktidarı millet (=ulus) kavramını üretti. Bütün kabileler feodol kimliklerinden sıyrılıp Fransız milletini (=ulusunu) oluşturdular.

Almanya’da Hesse, Schawabe, Bayern, Sakson, Fallen, Pfalz gibi Germen kabilelerin paylaştığı topraklarda hepsini kucaklayan bir ulus doğdu: Deutsch (=Alman)  ve bir ulus-devlet kuruldu: Deutschland

Hollanda’da, İtalya’da, İspanya’da, Polonya’da kısacası Avrupa Anakarasında ardarda ulus-devletler oluştu.

“Önce uluslar oluştu, sonra ulus-devletler mi kuruldu”  sorusu saçma. Herbiri ötekini etkileyerek birlikte tarih sahnesine çıktılar.

Nedir ulus-devlet ?

Aynı dili konuşan, aynı topraklar üstünde yaşayan, aynı kültürel ve tarihi köklere dayanan ve (başlangıçta tanım böyleydi) aynı ırktan oluşan insan topluluklarına ulus, bunların kurduğu devlete de ulus-devlet deniyor.

Bir ulus-devlet titizlikle denetlenen ve savunulan sınırlarla korunur. O sınırlardan insan ve ille de mal girişi çok sıkı kontrol edilir ve başka uluslardan kapitalistlerin mallarını getirip ulusal pazarda satmaları mümkün olduğunca engellenir. Bu bazan milli olmayan mal girişinin yasaklanmasıyla, ama çoğu kez gümrük duvarları ve gümrük vergileri ile sağlanır; yabancı ulustan kapitalistlerin rekabet güçleri milli pazarda zayıflatılır. Pazar darlığı çeken başka ulus-devletlerin olası saldırılarına karşı milli ordular beslenir ve bu milli ordular üstüne kahramanlık destanları düzülür. Oysa o orduların temel görevi milli sınırlardan yabancı malların ve etkilerin izinsiz sızmasını önlemektir.

Ulus (millet) ve onu besleyip geliştirecek milliyetçilik ideolojisinin ve o ulusun ekonomik, siyasal, kültürel egemenlik hakkını kullanma aygıtı olan ulus-devlet’in kısa ve özet ve ister istemez kabalaştırılmış ancak yanlış olmayan  öyküsü  bu kadar.

Milliyetçi ideolojilerin “Ezelden beri vardık ebediyete kadar da var olacağız” palavralarına bakmayın. Millet (=ulus) denen sosyolojik kavramın ömrü topu topu 250, bilemedin 350 yıl öncesine dayanıyor.

Sözün özü: Ulusları kapitalizmin gerekleri doğurdu, ulus-devletleri kapitalist sınıflar kurdu.

Ulus-devlet(ler)i kimin kurduğunu aklımızın erdiği, dilimizin döndüğü kadar anlattık da kimin yok ettiğine gelemedik. Çünkü yer kalmadı.

Onu da yarın yapıp bu uzamış diziyi noktalayalım e mi ?

 

Ulus-Devlet Ayak Bağı Olunca…

27 Şubat 2013

Üç gündür süren bu yazı dizisi \’Ulus Devleti kim kurdu, kim yıkıyor\’ sorusunu cevaplamayı amaçlıyordu ve daha ilk günkü yazıda cevap verilmişti de…

Üç gündür süren bu yazı  dizisi “Ulus Devleti kim kurdu, kim yıkıyor” sorusunu cevaplamayı amaçlıyordu ve daha ilk günkü yazıda cevap verilmişti de:

Kim kurduysa o yıkıyor.

Ulus-devleti kuranlara terminolojide kapitalistler deniyor, burjuvazi deniyor; sisteme de kapitalizm deniyor.Kapitalistler ulus-devletin etinden, sütünden, derisinden sonuna kadar yararlandılar.  Uzun yıllar gümrük duvarlarının ardında korunaklı milli bir yuvada varlıklarını sürdürdüler. İç pazarda sadece kendileri (onlar milli burjuvazi derler) at oynattılar.

O pazara zorla girmeye kalkışanlarla  savaşa tutuştular ve o savaşların “Milli birlik ve beraberliği korumak için milli bir görev” olduğunu ilan ettiler.

İç pazar dar geldiğinde başka ulus-devletlerin pazarına girebilmek için savaş ilan ettiler ve o savaşların “Milletin refahının artması, milli gelişmenin önünün açılması için milli bir görev” olduğunu ilan ettiler.

Bu sürece terminolojide “sermayenin temerküz ve terakümü” deniyor. Yani merkezileşmesi, daha az elde toplanması ve birikmesi…

Yeterince merkezileşen ve biriken sermaye, kapitalizmin çıtasını bir basamak daha yükseltti: Emperyalizm

  1. Yüzyıla damgasını vuran da bu aşama oldu. İki dünya savaşı, aslında emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalist sistemle yönetilen ulus-devletlerin kendi aralarında ittifaklar kurup öteki emperyalist ittifaklarda buluşmuş ulus-devletlerle dünya pazarlarını yeniden paylaşma savaşlarıydı. Tabii “II. Dünya Savaşı” bu arada sosyalizm kuruculuğuna soyunmuş Sovyetler Birliği’ni de”Ne olur ne olmaz, belki başarır da başımıza bela olur” kaygısı ya da hesabıyla yok etme fırsatıydı da.

20.yüzyıl biterken kapitalizm, emperyalizm sonrası bir aşamaya ulaştı: Küresel kapitalizm.

Başta Sovyetler Birliği, bütün sosyalist sistem (Çin, Yugoslava, Arnavutluk dahil) çöküşe geçmiş, sosyalizm kuruculuğu denemesi bir kez daha başarısızlığa uğramış ve artık “küresel kapitalizm” için köpeksiz köyde değneksiz dolaşma fırsatlarının önü alabildiğine açılmıştı.

İşte kapitalizmin bu aşamasında ulus-devletler artık  sermayenin birikim ve merkezileşmesi için elverişli aygıtlar olmaktan çıktı; tersine ayak bağı olmaya başladı. Küresel sermaye, ki onu finans sermayesi olarak tanımlamakta yarar var, artık ulus-devletin içine sığmıyordu. Ona 24 saat açık borsalar, ulus-devletlerin koruyucu gümrük duvarlarının yıkıldığı bir dünya lazımdı.

Oldu da.

Avrupa Birliği, üye ülkeler araındaki hem fiziksel hem gümrüksel sınırları kaldırmanın ilk ve önemli örneği oldu. NAFTA yani Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması, ABD, Kanada ve  Meksika arasındaki ulusal sınırları silikleştiren bir başka örnektir. Biraz zorlama pahasına Sanghay 5’lisi bile örneklerden biri olarak sayılabilir.

Bugün Tokyo borsası kapanırken New York borsası açılıyor, Londra borsası öğle tatiline girerken İstanbul borsası daha yeni hız alıyor…

Borsa dediğin hisse senetlerinin el değiştirdiği yani finans sermayesinin oradan oraya, en çok kâr getiren yere  aktığı aygıtlardır.

Ulus devleti yıkan da zaten bu. İletişim ve uydu teknolojilerinde ve yarı iletkenlerde yaşanan (teknolojik) devrim nitelikli değişimler finans sermayesini ulus-devletlerin sıkıcı ve yavaşlatıcı engellerini yok etmeye zorladı.

Zorlama sürüyor…

Tamam. Yarın sabah uyanınca ulus-devletlerin yok olduğunu görmeyeceğiz. Ama gözlerimizi iyi açarsak ulus-devletlerin her gün erimekte, her gün gerilemekte ve her gün kapitalizm açısından gereksizleşmekte olduğunu görebiliriz.,

Bu üç günlük yazı dizisi de bunu anlatmak için yazıldı. Gel gör ki üçüncü yazıyla nokta konmayacak.

Nokta yarına…

Ama meraklılar için ille bir ipucu vermek gerekirse…

Yarın neden artık enternasyonalizmi savunmak yerine transnasyonalizmi savunmamız gerektiği üstüne  bir Tırmık okuyacaksınız. Nokta o yazıyla konacak…

Uluslararası – Ulusötesi

28 Şubat 2013

Eskiden Coca Cola’ya karşı Çamlıca gazozları örnek verilirdi ve tartışmalarda bu ciddi ciddi öne çıkarılırdı. Sordum, Çamlıca gazozları da artık milli değil; emperyalist şirketlerden birinin eline geçmiş

Hatırlayın, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) denen ve üniformalıların egemen, sivil ve seçilmiş siyaset erbabının konu mankeni olduğu kurumun en güçlü olduğu 90’lı yıllarda ”Atatürkçülük” ideolojisine sımsıkı bağlı olduklarını her fırsatta ilan eden generaller, Avrupa Birliği üyeliği sözkonusu olduğunda yan çizmeye başlamışlardı. Hatta içlerinden biri (sanırım orgeneral Tuncer Kılınç) AB üyeliğinden vazgeçilip Rusya ve İran’la bir siyasal birlik oluşturulmasını filan önermişti.

Bu dört yıldızı generalin ve arkadaşlarının AB ürküntüsünün kaynağı ne olabilir? Ordunun sımsıkı sarıldığı resmi ideoloji dillendirilirken sık sık Mustafa Kemal’in  “Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” hedefi aktarılır. Ancak şimdi o “muasır medeniyet” vurgusunun kastettiği Avrupa’dan uzak durma tercihi nedendi?

Bence pek yalın: Avrupa hızla (hatta fazla hızla) ve barışçıl bir geçişle Avrupa’daki ulus-devletleri silikleştiren ve Avrupa Birleşik Devletleri diye adlandırılabilecek bir süreci önüne koymuştu. Sonunda tek bir Avrupa devletine varılması hedefleniyordu. Zik zaklarla yürüyen bu süreçten bugün de vazgeçilmiş değil.

Hatırlayın, 1996’da Türkiye, AB ile gümrük birliği anlaşması imzaladığında da çatlak sesler ulusalcı-milliyetçi kesimden ve MGK’daki üniformalılardan gelmişti.

Neydi itirazların özü, özeti: AB emperyalist bir güçtür. Türkiye’yi yutmak ve bağımsızlığını yok etmek istemektedir.

Bu itiraz çok yanlış değil. Kopenhag kriterlerindeki demokrasi vurgusuna değil de Maastricht kriterlerindeki siyasal ve ekonomik sistem tanımına bakılırsa AB üyeliği Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus-devlet olarak egemenlik haklarından epey önemli bir bölümünü Brüksel ve Strasburg’a devretmesi anlamına geliyor. Üstelik AB’nin kendi iç süreçleri ilerledikçe bu egemenlik devrinin çapı da ister istemez genişleyecek.

Milliyetçilerin buna itirazlarını anlamak mümkün.  Kendilerine nedense milliyetçi demeye yanaşmayıp ille de ulusalcı olarak adlandıranların da itirazları doğal.

AB üyeliğini savunanlara karşı bu kesimlerin cevabı belli: Antiemperyalizm

CHP dahil hemen bütün milliyetçi ve ulusalcı siyasal güçler bu terime sarılıyor: Antiemperyalizm  ve ulusal bağımsızlık…

Yani ?

Yani ülkedeki emperyalizm işbirlikçilerinin tümünün iktidardan uzaklaştırılacağı ve siyasal ve ekonomik iktidarın tümüyle milli güçlerin eline geçeceği bir hedef.

Peki, 2013 yılında Türkiye’de  bir milli kapitalist bulmak mümkün mü?

Eskiden Coca Cola’ya karşı Çamlıca gazozları örnek verilirdi ve tartışmalarda bu ciddi ciddi öne çıkarılırdı. Sordum, Çamlıca gazozları da artık milli değil; emperyalist şirketlerden birinin eline geçmiş.

  1. yüzyılda  yani küreselleşmiş kapitalizminyedi iklim dört bucakta dört nala ve neredeyse engelsiz at koşturduğu koşullarda ulusal bağımsızlık  hem siyasette, hem ekonomide içine kapanmış, gümrük duvarları ile korunan, ekonomik bağımlılık yaratacak her türlü ilişkiyi reddeden, mesela teknoloji, enerji kaynaklarında milli olmayanlarla işbirliği yapmayacak bir Türkiye anlamına geliyor.

Üstelik ulus-devletlerin eridiği, gereksizleşmeye başladığı süreçten söz ederken sadece AB örneğini verdim. Oysa NATO gibi askeri anlaşmalar da ulus-devletin egemenlik haklarının askeri alanda okkalı bir bölümünün devredilmesi anlamına gelmiyor mu ?

*    *    *

Milliyetçiler, ulusalcılar AB’yi emperyalist bir güç olarak tanımlayıp onun dışında bir ulus–devleti savunurlarken sosyalist solun önemli bir kesimi “Şirketler Avrupası” na karşı  “Emeğin ve demokrasinin Avrupası” hedefini önlerine koyuyor ve bütün Avrupa anakarasında emekçilerin, demokratların, her türlü mağduriyete karşı çıkanların birliğini ve birlikte mücadelesini savunuyor.

Avrupa Birliği tartışmaları ile kendimizi sınırlamadan söylersek: Yeryüzünün her yerinde küresel sermayenin saldırısına karşı ancak küresel düzlemde ve küresel birlikler üretilerek karşı konulabilir.

O yüzden Marksizm’in 19. yüzyıl’da ortaya attığı, 20. yüzyıl boyunca yinelediği enternasyonalizm kavramının yerine transnasyonalizm gibi bir kavram koymanın zamanı geldi…

Enternasyonal yani uluslararası yerine transnasyonal yani ulusötesi…

 

Aydın Engin t24

https://t24.com.tr/yazarlar/aydin-engin/uluslararasi-ulusotesi,6284

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir