Hak Talebi Irkçılık mıdır?
Türkiye’de çoğunluğu oluşturan Müslüman Türk ve Kürt halkı ile diğer etnik ve dini grupları doğrudan etkileyen bu savaşın durmasının gerekli olduğunu söylemeyen yok. Yalnız, herkes, “ama” ile başlayan bir cümle kurup haksız olan “diğer taraf” yüzünden savaşın durmadığını ekliyor. Diğer taraf haksız, kendi tarafı haklı! Taraflar böyle düşündüğü için savaş durmuyor, bu yaklaşımla durması da mümkün görünmüyor. Haddizatında bu söylem, savaşı durdurmaya değil sürdürmeye destek veriyor.
Kendini İslamcı-Dindar-Muhafazakâr olarak tanımlayan kesimin çoğunluğu, üç nedenle Kürt siyasetini yürütenlere karşı olduklarını ve iktidarı/devleti desteklediklerini ileri sürüyorlar:
Birincisi; Kürt siyasetinin yürütücülerinin din-dışı (seküler) bir ideoloji ve dünya görüşüne bağlı olması: Başlangıçta Marksist Stalinist bir yapıya sahipken, son zamanlarda demokrasiye eklemlenen bir sosyalizmi benimsedikleri son derece açık bir husustur. PKK ve bileşenleri; önceleri dine karşı olmakla yetinmiyor düşmanlık da yapıyorlardı. Süreç içinde kitleyle bütünleşme ihtiyacı kaçınılmaz hale gelince bu tavırlarını yumuşattılar. Kürt halkının Müslüman olmasından dolayı İslam’la ortak noktalar bulma arayışına girdiler.
İslam’a ve Müslümanlara verdikleri zarar ve yaptıkları saldırılar bakımından devletle Kürt siyasetini karşılaştıracak olursak; devletin kıyas kabul etmez biçimde çok açık farkla önde olduğu rahatlıkla görülecektir. Kürt siyasetinin asıl hedefi Kürtlerin haklarını gasp eden devlet olduğu için İslam’a ve Müslümanlara verdiği zarar son derece sınırlıdır. Daha çok ideolojik saplantılarının ürettiği sonuçlardır.
Buna karşılık; Ulus Devletin topluma rağmen bir dayatmayla kurulmuş olması, toplumsal hayatın belirleyici gücü olan İslam’ı ve Müslümanları öncelikli düşman olarak konumlandırmaya itmiştir. Aksi halde, sistemin yerleşmesi ve varlığını koruması mümkün olamayacaktı.
Ulus Devlet; toplumsal alanların belirlenmesinde etkin olan İslam’ın ve Müslümanların asgariden altı yüz yıllık birikimini yok etmek için her yola başvurmuştur. Din, kültür, hukuk, eğitim, ekonomi, sosyal hayat gibi temel konular başta olmak üzere sayılamayacak kadar çok konuda saldırılarda bulunmuş ve onarılamayacak yıkımlara yol açmıştır,
Buna göre; dindar camianın Kürt siyasetine karşı devletle paralel bir yerde durmasının makul, geçerli ve hakkaniyete uygun bir gerekçesi olabilir mi? İki tarafın da aynı dindışı/seküler kaynağın ürünü ideolojilere sahip olduğunu dikkate aldığımızda buna olumlu cevap vermek mümkün değildir.
Peki, neden devletin yanında durmayı tercih ettiklerinin birkaç nedeni şu şekilde sıralanabilir:
1)Türk Devletini vazgeçilmez ve kutsal saymaları,
İktidarın sistemi değiştirdiğine ve sistem tarafından değişmediğine inanmaları,
Irkçılığı içselleştirmiş olmaları ve empati yapmaktan kaçınmaları,
Rahata düşkünlük ve korkuları nedeniyle risk almaktan bedel ödemekten kaçınmaları,
Kendilerinin aleyhinde değil de arzu, çıkar ve bencillik ile uyumlu
bir adalet anlayışını benimsemeleri,
Devlet imkânlarını kullanmanın sağladığı konfor… vb.
2) Kürtlerin ırkçılık yaptıkları iddiası: Bu şıkta sorun, “hak talebi” ile “ırkçılık” arasındaki ince çizginin bilerek veya bilmeyerek ayırt edilmemesidir. “hak talebi”nin ırkçılık olduğu iddiasının sistem tarafından yoğun propaganda ile topluma benimsetilmiş olmasıdır. Oysa “hak talebi” çerçevesi içinde kalan bir Kürde “Kürtçü” demek doğru değildir. Bu yaftalamanın bilerek yapılması Kürt toplumunun haklarının inkârı ile eşdeğerdir. Kürtlerin haklarını savunuyor diye sosyalistlere Kürtçü demek de bilerek kafa karışıklığına yol açmaktır.
Nitekim inancı gereği hak talebinin karşısında yer alması mümkün olmadığı için kürtlerin gasp edilmiş haklarının iadesini talep eden Müslümanlar da bilinçli olarak ırkçılıkla itham edilmektedir. Oysa, İslam’ı doğru anlayan hiç kimse bilerek ya da bilmeyerek böyle bir ithamda bulunamaz. Böyle bir tutum, en hafif ifadeyle cehalet ya da gafletin eseridir.
3) İşbirlikçiliktir: Kendilerini dindar muhafazakâr olarak adlandıranlara göre; Kürt siyasetinin çeşitli iç ve dış odaklarla işbirliği içinde olması ihanetin göstergesidir. Bu kuralı geçerli saydığımız taktirde bütün yapılar, devletler, cemaatler, inanç grupları, etnik gruplar ihanet içindedir. En başta ABD’yle, Avrupa’yla, Rusya’yla, İsrail’le, Yunanistan’la, Çin’le, Uluslararası kuruluşlarla, çeşitli örgütlerle ilişki içinde olan Türkiye Devletini ihanet içinde saymak gerekir.
Görülüyor ki; bu kesimin kafası karışık, zihni bulanık, doğrultusunu kaybetmiş, edilgen, özgüvenini yitirmiş, hakikati ketm etmekle meşgul! Düşünmeye, akletmeye yönelirse şu ayet tek başına onu aydınlığa çıkarmaya yetecektir:
“Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.”(Nisa 135)