TOPLUMSAL SÖZLEŞME PLATFORMU

 

 

Toplumsal kesimlerin haklarını ve ihtiyaçlarını karşılayacak, bir arada yaşamanın esaslarını belirleyecek, Toplumsal Sözleşme nitelikli bir Anayasanın katılımcılık esas alınarak hazırlanması olanca ağırlığıyla gündeme girmiş bulunmaktadır.

 

Söz konusu Anayasanın, bütün toplum kesimlerinin olduğu gibi; “Müslümanlar”ın da beklentilerini karşılaması kaçınılmaz bir zorunluluktur.

 

TOPLUMSAL SÖZLEŞME PLATFORMU 

ÇALIŞMALAR

ÖNERİLER

 

 

TOPLUMSAL SÖZLEŞME PLATFORMU

 GEREKÇE:

Toplumsal kesimlerin haklarını ve ihtiyaçlarını karşılayacak, bir arada yaşamanın esaslarını belirleyecek, Toplumsal Sözleşme nitelikli bir Anayasanın katılımcılık esas alınarak hazırlanması olanca ağırlığıyla gündeme girmiş bulunmaktadır.

 

Söz konusu Anayasanın, bütün toplum kesimlerinin olduğu gibi; “Müslümanlar”ın da beklentilerini karşılaması kaçınılmaz bir zorunluluktur.

 

Bu çerçevede “Müslümanlar”ın diğer toplum kesimleri için, diğer kesimlerin de Müslümanlar için, ayrıca siyasal temsili elinde bulunduranların tüm kesimler için yerine getirmesi gereken sorumlulukları bulunduğuna kuşku yoktur.

 

Diğer kesimlerin aksine “Müslümanlar”ın konuyla ilgili hazırlıkları yok denecek kadar yetersizdir. Türkiye’deki “Müslümanlar”ın bu çok önemli konuda ortak bir çabayla kendi meselesini sahiplenmesi, başkalarının insaf ve lütfuna terk etmemesi şarttır.

 

İslami Kesimin bütün gruplarının azami katılımı ile güçlü bir temsile ve ortak taleplerin belirlenmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Bunu sağlamaya yönelik olarak yerine getirilmesi gereken hususlar şöyle ifade edilebilir:

1- Konunun önemi ve süreçle ilgili bilinç ve farkındalık oluşturulması.

2- Hakların, ihtiyaçların, önceliklerin ve olmazsa olmazların neler olduğunun bilinmesi, belirlenmesi.

3- Ortak taleplerin güçlü ve etkili bir mekanizma aracılığıyla ortaya konması ve Yeni Anayasa sürecinin sonuna kadar bu ortak taleplerin kabulü için yoğun bir çaba harcanması.

 

Bu amaçla İslami Kesimin Temsilcileri tarafından oluşturulacak bir “TOPLUMSAL SÖZLEŞME PLATFORMU”nun Ülke genelinde yaygınlaşmasına, sahiplenilmesine etkin bir katılımla güçlendirilmesine ve ortak bir sese dönüştürülmesine şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır. Söz konusu platform, Türkiye’de yaşayan Müslüman kesimin temel konularda ortak görüşlerinin belirlenmesini ve bu görüşlerin Anayasaya yansımasını hedeflemelidir.

 

Gaziantep’teki İslami kesimin farklı eğilimlerine sahip grup ve kuruluşların katılımıyla “GAZİANTEP TOPLUMSAL SÖZLEŞME PLATFORMU” oluşturulmuştur. Örnek ve öncü olarak yapılan bu çalışmanın il seviyesinde çalışmaları hazırlanan “Eylem Planı” çerçevesinde sürdürülmektedir. Ayrıca benzer çalışmaların Ülke genelinde yaygınlaşması için çaba harcanacaktır.

 

Yaygın şekilde sürdürülecek çalışmalar sonunda bölgelerden seçilecek temsilcilerin katılımıyla bir “Sivil Toplum Meclisi” oluşturulacaktır. Çalışmalar ortak metin haline getirildikten sonra aynı Meclise çağrılacak diğer kesimlerin temsilcileriyle ortak ilkeler etrafında ortaklaşma imkânı aranacaktır. Sivil toplumun sürece etkin biçimde katılımını sağlamak üzere söz konusu Meclis Anayasa kabul edilinceye kadar çalışmalarını sürdürecektir.

 

 

 

ÇALIŞMALAR:

 

—“Gaziantep Toplumsal Sözleşme Platformu”  çalışmalarını sürdürmektedir. Platform bileşenlerinden bazı kuruluşlar ana uğraş alanlarıyla ilgili konularda Anayasal çerçevenin nasıl olması gerektiğini irdeleyen çalışmalar üstlenmişlerdir. Bu çalışmalar sonuçlandırıldıkça Platformca uygun görülenler öneri haline getirilecek ve gerekli yerlerle paylaşılacaktır.

 

Platform bileşeni kuruluşlarca sürdürülen çalışma konuları:

 

Din-Devlet İlişkileri: Diyanet, Vakıflar vs.

Kimlikler

Eğitim

Vesayet: Askeri ve sivil vesayet

 

—İslami kesimin kanat önderleri, düşünce ve fikir adamları, ilim adamları, sivil toplum temsilcileri, grup ve cemaat temsilcilerinin katılacağı bir FORUM yapılması hedeflenmiştir. Bu toplantıda ortak görüşlerin öneri haline getirilerek paylaşılması düşünülmektedir.

 

—Her ilde bir “Toplumsal Sözleşme Platformu” kurulması ile ilgili çabalar devam etmektedir.

 

 

ANAYASAYA İLİŞKİN ÖNERİLER

 

ANAYASA NASIL YAPILMALI?

Liderlerin belirleyiciliği nedeniyle temsilcilerini belirlemede halkın etkisinin son derece sınırlı olması,

Seçilenlerde ehliyet, liyakat ve yeterliğin gözetilmemesi,

Seçim barajından dolayı temsilde adaletin sağlanamaması gibi nedenlerle TBMM toplumu bütünüyle temsil edememektedir.

Temsildeki bu eksikliğin giderilebilmesi için Sivil Toplumun Anayasa sürecinde etkin rol alması şarttır. Bunun için görüşleri dikkate alınacak bir SİVİL TOPLUM MECLİSİ oluşturularak TBMM’ye paralel ve eşgüdüm içinde çalıştırılması gerekir. TBMM’nin alacağı bir kararla bu mekanizma işletilebilir.

Anayasa yapım sürecinin sağlıklı yürütülebilmesi için; hiçbir istisnaya yer vermeyecek şekilde düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Ceza ve baskı sıfırlanmalıdır.

Toplumun tüm kesimlerinin eşit oy hakkıyla temsil edilmesi sağlanmalı, çoğunluk tahakkümüne imkan verilmemelidir.

 

 

VESAYET

Resmi İdeoloji (Kemalizm, Atatürkçülük, Laikçilik, Din Karşıtlığı vs.), Askeri Vesayet,

Yargı Vesayeti,

Seçilmişler/Lider Vesayeti,

Küresel Vesayet (ABD-AB),

Derin Yapılanmalar (Kutsal Devlet düşüncesini yaşatmaya yönelik hukuk dışı yapılar) gibi her türlü vesayetçi yapının oluşmasına izin ve imkan verilmez.

Hukuk dışı oluşumlar ve çeteleşmelerin üremesine zemin oluşturan Baskı, Eşitsizlik, Adaletsizlik, Kamu imkanlarının haksız kullanımı, Gelir Dağılımındaki adaletsizlik, Ayrımcılık ve benzeri sorunlar ortadan kaldırılmalıdır.

Toplumun gücü ve iradesi esas alınmalıdır.

 

KİMLİKLER

Herkes inancına göre yaşama ve kendini ifade etme hakkına sahiptir. Bütün inanç ve etnik gruplara ait kimlikler kabul görür.

Her insan ve gurup kendi kimliğini tanımlama ve kullanma hakkına sahiptir.

Kimlikler üzerindeki her türlü baskı reddedilir.

Müslümanlar ve diğerlerinin kimliği ve inancı ile ilgili tanımlamalar referansları dikkate alınacak şekilde bizzat o gurubun temsilcileri tarafından yapılır.

 

DİN DEVLET İLİŞKİLERİ

Din hizmetleri, Dine ait mekanlar ve Dini kurumlar Din’e ait referansların belirlediği ve esas ve usullere göre Din mensuplarının isteği, talebi, ihtiyacı ve onayına göre kurulur ve yönetilir.

Din mensubu olmayanlar, Devlet veya Dindışı kurumlar bu konuda tasarrufta ve müdahalede bulunamazlar.

DİB Yasasında olduğu gibi Din’in mensuplarının dışındaki kişiler, uzmanlar, kuruluş veya devlet tarafından tanımlanmasına izin verilmez. Din, kendi kaynaklarına ve usullerine göre tanımlanır, sınırları ve çerçevesi belirlenir.

Dini hizmetlerini yürütmekte olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün devamı, kaldırılması, yeniden yapılandırılması veya farklı bir kurumlaşmaya gidilmesi Müslüman toplum tarafından kararlaştırılır.

Dini amaçlarla kurulan vakıflar amacına uygun şekilde kullanılmak üzere; Din kaynaklarının ve Müslümanların kabul edeceği şekilde yeniden düzenlenir, gerekirse hak sahiplerine iade edilir ve işletilir.

Dini eğilimleri esas alan gruplaşmalar ve buna dayalı kurumların oluşturulması serbesttir.

 

EĞİTİM

Herkes inancına uygun eğitim ve öğretim hakkına sahiptir. Bu hak hiçbir şekilde engellenemez. Kimse inancına uygun olmayan ve istemediği eğitim ve öğretime zorlanamaz.  Eğitim kurumu kurma, müfredat belirleme ve diğer eğitim öğretim faaliyetlerini yürütmede başta Müslümanlar olmak üzere tüm inanç grupları özgürdür. Reşit olmayanların nasıl bir eğitim öğretime tabi tutulacağı ve zorunlu olup olmayacağı ebeveynlerin tercihine göre belirlenir. Din eğitimi ve öğretimi; Dini gereklere göre Din mensuplarının isteğine uygun olarak yapılır.

 

HUKUK

Bütün inanç grupları ve Müslümanlar:

İnançlarına uygun bir hukuka göre ilişkilerini düzenleme hakkına sahiptirler.

Kimse inancına uymayan bir hukuka muhatap olmaya zorlanamaz.

Müslümanların ve diğer inanç mensuplarının Din dışı esaslara göre oluşturulan ve Dini hassasiyetleri gözetmeyen mahkemelerde yargılanmaları istenemez. Herkes Mahkemelerde inançlarına göre yargılanma hakkına sahip olacaktır.

Aile, evlenme, boşanma, kadın hakları, mal rejimi, evlat edinme, nafaka, miras, mülkiyet, ipotek, borçlar, ticaret ve diğer alanlarda herkes inancına göre davranma hakkına sahiptir.

Cezalar da kişinin inancındaki hükümlere uygun olacak, inancına uymayan cezalara çarptırılamayacaktır.

Askerlik için de kişinin inancına uygun davranma hakkı vardır(Vicdani red).

Farklı inançlara mensup kişilerin taraf olduğu bir konuda veya davada ortak belirlenmiş kurallar geçerlidir.

 

EKONOMİ

Ekonominin; inançlara aykırı hükümler taşımaması, insanların inançlarına uygun ekonomik faaliyetlerini sürdürebilmelerine imkan vermelidir. Faiz gibi Dinin yasakladığı uygulamalara Müslümanlar mecbur tutulmamalıdır. Dinin yasakladığı faaliyetlere vergileriyle katılmaya zorlanmamalıdırlar. Helal, haram hassasiyetleri dikkate alınmalıdır.

 

DİĞER ALANLAR

Bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında bütün inanç mensupları ve Müslümanların inançlarına uygun davranmalarının önünde hiçbir engel olmamalıdır.

 

 

İLGİLİ METİNLER

 

ANAYASA SÜRECİNE KATILMAK

Mehmet ALKIŞ

 

Yaklaşık iki yüz yıldır doğal mecrasından kopmuş bir ülkede yaşıyoruz. Din ile sekülerizm arasındaki arayış, kararsız ve eklektik bir anlayışın egemen olmasıyla sonuçlandı. İnsan, toplum ve yönetim şaşkın, yönünü doğrultmaya çalışıyor. Din’in; Kitap, Peygamber ve takipçilerine dayalı çözümü ortada, ama insanlar dünyanın cazibesinden sıyrılıp teslim olmak istemiyorlar. Büsbütün kopmak da işlerine gelmediğinden Din’i yedekte tutmaya çalışıyorlar. Bazı açılardan iyi görünen bu durum, aslında pek çok sorunun çözümsüz kalmasına yol açıyor.

 

Aydınlanmanın dünyayı kasıp kavuran paradigması, Avrupa’nın hemen ardından İslam Dünyasını etkisine aldı. Bütün alanlarda gittikçe derinleşen ve Din’in etkisini gerileten bu yaklaşım; hemen her yerde, toplumu tepeden düzenlemeyi, yani yönetimi ele geçirmeyi hedefledi. Dünya egemenliğine soyunan Batı, bunun için Ülkeleri; Sömürge, yarı sömürge ya da işbirlikçi yönetimler aracılığıyla kendine bağladı. Batı’nın etkisi, İslam Dünyasını temsil eden Osmanlı’da da, öncelikli olarak yönetim üzerinde kendini hissettirmiştir. Bundan dolayı; yönetimin esaslarını belirleyen üst norm olarak Batı’nın kavramsallaştırdığı Anayasa ile Osmanlı’nın tanışması, etkileşimin başladığı erken dönemde gerçekleşmiştir.

 

Genellikle seçkinler eliyle yapıla gelen Anayasalar; geçen zaman içinde, demokratik eğilimlerin gelişmesiyle birlikte toplumun taleplerini karşılayan ve katılımı esas alan usullerle yapılır olmuştur. Batı’daki bu gelişme, şu sıralarda bizde de bir zemin bulmuş görünmektedir. Toplum kesimlerinin katılımıyla ve seçilmişler eliyle yeni bir Anayasa yapılması Ülke gündemine girmiştir.

 

Birinci Meclis tarafından yapılan 1921 Anayasası’nı istisna edersek, 1876 Anayasasının yürürlüğe girmesinin üstünden geçen yüzotuzbeş yıl sonra ilk kez böyle bir fırsat doğmuştur. Ortaya çıkan bu fırsatın doğru değerlendirilmesi kuşkusuz büyük önem taşımaktadır. Tarihi tecrübesi, birikimi, güçlü ve dinamik teorisi ile bir arada yaşamanın imkânlarını deneysel olarak ortaya koyan Müslümanların bir özne olarak ortaya çıkmalarının tam zamanıdır. Hem kendileri için, hem diğer kesimler için yerine getirmek zorunda oldukları yükümlülükleri bulunmaktadır. Toplumda en yaygın kimliğe mensup bu kesimin konuyla ilgili doğru bir yerde durması, ne yapması gerektiğini kavraması ve etkin bir konumda olması Anayasanın sağlıklı ve amaca uygun doğmasının temel şartlarındandır. Aksi halde yapılacak Anayasa kaçınılmaz olarak sakat doğacağından, toplumsal barışı sağlaması ve sorunları çözmesi mümkün değildir.

 

Müslümanların birikiminden yararlanmak, herkes ve her kesim için önemli bir kazanım olacaktır. Çünkü tarihte bunun dışında yaşanmış, esaslı başka bir tecrübeye rastlamak mümkün değildir. Tarihteki gelişmeleri bu açıdan değerlendirmek, toplumsal sözleşme temelli bir Anayasanın hazırlanmasında ufuk açıcı bir etkiye sahip olacaktır. Bu tecrübenin geçirdiği evreleri şöyle sıralayabiliriz:

 

1- İlk vahyin gelişinden Medine’ye hicret edinceye kadar geçen dönemde Mekke’nin yönetiminde söz sahibi olanlar; Müslümanları düşman gördüler, onları dışladılar, küçümsediler, ambargo, işkence ve benzeri kötü muamelelere tabi tuttular. Bireysel ve toplumsal haklara sahip olmalarını, hukuki bir kimlik edinmelerini engellediler. Zamanın şartlarına uygun olarak Mekke’de yaşayan kabileler ve farklı inanç sahipleri arasında oluşan doğal mutabakatta Müslümanların yer almasına imkân vermediler. Kısacası; inançlarının gerektirdiği şekilde yaşamalarına izin verilmeyen Müslümanlar bu yüzden yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar.

 

2- Peygamber (a.s.) önderliğinde Medine’ye yerleşen Müslümanlar diğer kesimlerle bir arada yaşamayı mümkün kılacak toplumsal mutabakatın sağlanmasını öncelikle ele aldılar. Mekke’de yaşadıkları tecrübe bunu gerekli kılıyordu. Tarihe ilk yazılı Anayasa olarak da geçen ‘Medine Vesikası’; Müslümanlar, Yahudiler, Müşrikler ve Medine’deki kabileler arasında, düzenlenmiş bir toplumsal sözleşmedir. (Anayasa modern bir kavram ve Müslümanların tecrübesini tam olarak karşılamıyor. Durumu ifade eden ikinci bir kavram olmadığından zorunlu olarak kullanıyoruz.)  Başlangıçta Medine’nin yüzde on beşi dolayında bir nüfusa sahip olan Müslümanlar, diğer yüzde seksen beşi temsil eden Yahudiler ve Müşriklerle ortak bir toplumsal düzen kurmuşlardır. Toplumsal kesimler arasındaki ilişkiler bu belgedeki esaslara göre düzenlenmiştir. Taraflar, sözleşmedeki taahhütlerini yerine getirdikleri sürece bu anayasal düzenleme yürürlükte kalmıştır. Karşılıklı anlayış ve saygı içinde, birbirlerinin haklarını ihlal etmeden ve herkesin inandığı şekilde bir arada yaşamasına fırsat tanınmıştır.

 

“Medine Vesikası”nın Dünya Anayasa Tarihi açısından çok önemli bir yere sahip olduğuna kuşku yoktur. Aynı zamanda günümüzde çeşitli toplum kesimleriyle bir arada yaşamada Müslümanların örnek alacağı bir metin olarak da büyük değer taşımaktadır. Özellikle gündemdeki “Yeni Anayasa”nın yapım sürecinde sosyal taraf olması gereken Müslümanlar için bir kılavuz niteliğindedir.

 

3- Yönetimin İslami esaslara göre düzenlendiği sonraki dönemlerde, yani İlk halifeyle başlayıp 1876 yılında Osmanlıların yaptığı ‘Kanun u Esasi’ adlı ilk Anayasaya kadar geçen sürede, her hangi bir Anayasa metnine ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü İslami Yönetim; esas olarak bağlayıcı üst norm hükmünde olan Kitap, Sünnet ve İcmaya dayanıyordu. Bu kaynaklar aynı zamanda Müslüman olmayanların, Müslümanların egemen olduğu bir toplumda belirlenmiş bir hukuki statüde nasıl yaşayacaklarına dair hükümler taşıyordu. En önemlisi; onların hukuki statüsünü korumak ve kollamak Müslümanlar için Dini bir vecibe hükmündeydi.

 

4- ‘1876 Kanun u Esasi’nin yürürlükte kaldığı dönem, öncekilerden farklı özellikler taşımaktadır. İslam ve Örfi Hukuk’un uygulandığı Osmanlı’da 1876’dan itibaren Batı Hukuku’ndan bir takım hükümler iktibas edilmiştir. Böylece; karma, eklektik hukuk anlayışının egemen olduğu bir dönem başlamıştır. Artık hukukun kaynakları değişmiş, özellikle İslam Hukukuna göre Müslüman olmayanlar hakkındaki hükümler, bu tarihten itibaren Batı’nın yaklaşımları esas alınarak düzenlenmiştir. Sözgelimi; zekat, cihad ve benzeri ibadetlere zorlanmayan Gayrimüslimler buna karşılık bir tür vergi olan ‘cizye’ ödemekle yükümlü tutulmaktaydılar. Batılı Devletlerin de baskısının sonucu ‘Kanunu Esasi’ ile getirilen en önemli değişiklik; o zamana kadar ‘Müslüman, zimmi, müste’men ve harbî’ gibi statüler yerine gayrimüslimlerin ‘eşit vatandaşlık’ statüsüne alınarak cizyeden muaf tutulmaları olmuştur. Bu ve benzeri hükümler, anayasal sistemin dindışı anlayışa doğru evrildiğini gösteren işaretlerdir.

 

5- ‘1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu yürürlüğe koyan Birinci Meclis; Misakı Milli sınırları içinde coğrafi olarak küçülmüş, hilafet ve saltanatın egemen olduğu, Şer’i Ahkâmın uygulandığı, Osmanlı sisteminin korunduğu ama bazı yenilikleri de barındıran bir devlet inşa etmeyi hedefledi. Bu hedef etrafında kenetlenen iki büyük kitle Türkler ve Kürtler başta olmak üzere diğer Müslüman unsurlar, işgal altındaki Anadolu’nun kurtarılması için mücadele ettiler. Gayrimüslimler daha önce devletten koptuğu için, yönetim yeni sınırlar içinde kalan Müslüman ahaliye (Türk, Kürt vd.) dayanıyordu. Savaş, bu kurucu iradeye sarılanların oluşturduğu değerler dizisine bağlı kalınarak kazanıldı. 1921 Anayasası bu iradeyi ifade ediyordu.

 

6- Ancak savaşın kazanılması ve Lozan Barış Görüşmelerinin başlamasıyla birlikte; yönetimi elinde tutanlar ile Meclis birbirine ters düştü. Yapılan bir darbeyle Birinci Meclis feshedildi ve atama esaslı seçimler yapıldı. 1921 Anayasası askıya alındı. Kurulan yeni meclis; Lozan’ı kabul etti, Cumhuriyeti ilan etti, ardından ‘1924 Anayasası’nı yürürlüğe koydu. Böylece savaşı yürüten iradenin gaye ve hedefleri de tasfiye edilerek, temel özellikleri itibariyle öncekinden bütünüyle ayrı bir Devlet inşa edildi. 1961 ve 1982 Anayasaları da 1924 Anayasası gibi darbe sonucu hayata geçmiştir ve ortak bir ruhu yansıtmaktadır. Birbirinin devamı niteliğinde olan bu anayasaların en tipik özelliği, toplumun iradesini dışlayan darbeciler tarafından hazırlanmış olmasıdır.

 

Müslümanlar açısından Mekke dönemi ile Türkiye’de Ulus Devlet dönemi uygulamaları arasında bir hayli benzerlik olduğu söylenebilir. Ulus Devletin Din karşıtı tutumu nedeniyle Mekke döneminde olduğu gibi Müslümanlar yok sayıldılar, dışlandılar, kötü muamele gördüler, hakları ellerinden alındı, inandıkları biçimde yaşamaları engellendi. Dayatma ve baskı altında yaşamaya mahkûm edildiler. Dini, entelektüel, kültürel, sosyal, siyasal, kurumsal ve hukuki bir statüye sahip olmalarına izin verilmedi.

 

Buna karşılık Demokrasinin uygulandığı ülkelerde ve önümüzdeki süreçte demokratik uygulamalara daha çok yer vermesi hedeflenen Ülkemizde oluşacak şartlarla, Medine Dönemi arasında biçimsel benzerlikler kurulabilir. ‘Medine Vesikası’ ile dayatma ve baskı yerine toplumsal kesimlerin hakları, ihtiyaçları ve taleplerini dikkate alan bir yönetim yapısı oluşturulmuştu. Müslümanlar, yönetimde oldukları sonraki dönemlerde de sözleşmeye (zimmet) dayalı olarak farklı inançtakilerle birlikte yaşamışlardır. Gündeme giren Yeni Anayasaya biçilen hedef de toplumsal kesimlerin ortaklaştığı bir düzen kurmaktır. Yani farklılıklara rağmen toplumsal barışın ve ortak yönetimin kurulması amaçlanmaktadır.

 

Seküler bir arka plan ve kültürün ürünü olan Demokrasi, geçmişte Din’in uygulamalı olarak ortaya koyduğunu gerçekleştirebileceğini iddia etmektedir. Din’in (İslam) açtığına biçimsel olarak benzeyen şemsiyeyi bu kez Demokrasi açmaya taliptir. Diğer kesimlerle birlikte Din mensuplarının özgürce yaşayabileceklerini de beyan etmektedir. Bunun ne kadar mümkün olduğu, Müslümanların asli unsur ve çoğunluk olduğu hiçbir ülkede henüz net olarak belli değildir. Şimdiye kadar Demokrasi sadece döl yatağı olan Batıda uygulandığı için diğer toplumlarda nasıl sonuçlar doğuracağı bilinmemektedir. Bu çerçevede bir Anayasa yapılabilirse ilk uygulama Türkiye’de görülecektir. Birçok soru işareti ve belirsizlik o zaman karşılık bulabilecektir.

 

Her halükarda sosyal tarafların taleplerini, ihtiyaçlarını ve haklarını karşılayacak ortak bir iradenin oluşması, herkesin ve her kesimin yararınadır. Öyle olduğu için bu ortak iradenin sakat doğmaması sağlanmalıdır. Bunun da temel şartı, bütün kesimlerin sürece etkin biçimde katılmasıdır.

 

Özellikle toplumda en yaygın ortak kimlik, yaşanmış model ve tarihi birikimin mirasçısı olan Müslümanların; hem kendileri hem de bütün sosyal taraflara yapacağı katkı açısından sürece etkin katılımı şarttır. Aksi halde, yüzyılı aşkın bir süreden sonra ortaya çıkmış bu fırsat doğru değerlendirilmemiş olur. En önemli ayaklarından biri eksik kalır. Yeni bir Anayasa ile hedeflenen amaç gerçekleşemez.

 

Sürecin sağlıklı işleyebilmesi ve sonuçlanabilmesi için Türkiye’deki Müslümanların kendi meselesi olarak konuyu sahiplenmesi, başkalarının insaf ve lütfuna terk etmemesi hem önemli hem de zorunludur. Haklarını, ihtiyaçlarını ve taleplerini gerçekleştirmek için sonuna kadar mücadele etmek Müslümanlar için Dini, tarihi ve toplumsal bir sorumluluktur. Öte yandan hem kamu yönetimi hem diğer toplumsal kesimler, iç barışın eksiksiz sağlanabilmesi için Müslümanların sürecin dışında kalmasına izin vermemeleri gerekir.

 

 

 

MÜSLÜMAN ÇOĞUNLUĞUN HAKLARI

Mehmet Alkış

Bir yandan “Müslüman” olmak çok şeyi ve çoğunluğu ifade ediyormuş gibi görünürken; diğer yandan büyüklüğü ile mütenasip olmayan içi boş bir kavram ve belirsiz bir kimliğe dönüştürülmüş durumda.

Kavram ve kimliğin bu duruşu ve çoğunluğun sahipleniyormuş gibi yapması, bir yanılsamaya yol açıyor. Gerçek bağlılarının marjinal düzeyde kalmasına, dikkate alınmasına gerek olmayan küçük bir azınlık olarak algılanmasına neden oluyor. Bu durum Müslümanları; hakları, kimliği, hedefleri, ihtiyaçları, kısacası varlığı bir anlam ifade etmeyen, başka kimlikler arasında erimesinde sakınca olmayan bir kesim haline getiriyor. Böylece toplumun taşıyıcı gücü, kolayca ve hissettirilmeden toplum dışı bir konuma itiliyor.

 

Toplumun ana gövdesini oluşturan bir kesimin görmezden gelinmesi, yok sayılması, hangi nedenle ve gerekçeyle olursa olsun, sorunların daha da büyümesine ve içinden çıkılmaz hale gelmesinden başka bir işe yaramıyor.

 

Bu çarpık durumun sorumlusu kim veya kimler? Sorumluluğu başkalarına yıkarak kendini rahatlatmaya çalışanların içine düştükleri yanılgıya düşmeden şunu ifade etmek zorundayız: Hiç şüphesiz, bunun birinci derecede sorumlusu bizatihi Müslümanlardır. Elindekinin değerini bilmeyen, meselesine sahip çıkmayan, bunun için fedakarlık yapmayan, bedel ödemeyen, risk almayan, bilgi ve proje üretmeyen, strateji geliştirmeyen, kolaycılıktan ve rahatına düşkünlükten kaçınmayan, adalet ve cesaretten yoksun, özgüven taşımayan bir kesimden daha büyük sorumluluk sahibi kim olabilir? Daha da kötüsü, haklarının ne olduğunu bilmemeleri ve bunlara sahip çıkmanın zihni ve entelektüel öngörüsüne sahip olmamalarıdır. Müslümanlığı söylem düzeyinden ahlak düzeyine çıkarmayıp çıkar aracı haline getirenler, maslahat icabı buna tepki göstermeyenler, gösterenleri karalayıp dışlayanlar ve istismarcılar muhakkak ki birinci derecede suçludurlar.

 

Öte yandan dış odaklar ve onların içerideki ortakları, Müslümanların bu aymazlığından da yararlanarak düşmanlık ve zulmü olabilecek en üst noktaya vardırdılar. Dünyaya daha çok egemen olmak ve sömürmek için öteki bütün kültürleri, özellikle İslam Kültürünü etkisizleştirmek ve yok etmek için yeni teorik ve pratik araçlar geliştirdiler. Felsefe, bilim ve teknolojiyi sömürü aracı olacak şekilde yeniden ürettiler. Din, kültür ve tarih düşmanlığı yaparak toplumların buna inanmasını sağladılar. Aynı zamanda bu toplumların altını oydular, basacakları, dayanacakları sağlam bir temel bırakmadılar. Boğulmamak için çırpınan ve bir ejderhaya tutunmak zorunda olan insan gibi, bu toplumlara kendilerine tutunmaktan başka yol bırakmadılar. Tutununca da, bir ejderha bir insana ne yaparsa onu yaptılar.

 

İçerdekiler, dışarıdakiler ve dışarıdakilere paralel düşenler, aynı hedefe farklı yönlerden saldırdılar. İçerdekiler, yani İslam adına İslam’ın gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmeyenler ve istismar edenler; dışarıdakiler, yani dünyayı istila ederek sömürmeye yönelenler; dışarıdakilere paralel düşenler, yani modern medeniyete ulaşalım diye sömürüye ve istilaya alet olanlar, farkında veya değil aynı noktada buluştular. Elimizdeki sonuç, bu üç kesimin pay sahibi olduğu ortak bir mirastır.

 

Önümüzde duran bu mirasla, resmi ideolojinin dışındaki bütün görüş ve düşünce sahibi kesimler ötekileştirilmiş, hakları ellerinden alınmış, baskı ve dayatmalara maruz kalmışlardır. Şu günlerde bir takım “açılım”larla hakları ellerinden alınmış kimi kesimlerin hakları verilmek üzere yeniden belirlenmeye çalışılmaktadır. Ancak Ülke’nin çoğunluğunu oluşturan Müslüman kitlenin elinden alınmış hakları ile ilgili hiçbir çaba ortada gözükmemektedir. En kötüsü ise; bizzat Müslümanların ellerinden alınmış haklarının farkında olmamaları ve bu yönde her hangi bir talebi dillendirmemeleridir. Haklarını başörtüsü ve katsayıya indirgemiş olmaları ve bütünü bunlardan ibaret saymaları ise, gafletin,  duyarsızlığın, ilgisizliğin, bilgisizliğin boyutunu göstermesi bakımından son derece ilginçtir.

 

Müslümanlar farkında olmasalar ve talep etmeseler de, hiç kuşkusuz bir takım hakları vardır ve bunları talep etmek gibi bir sorumlulukları da bulunmaktadır. İnançlarını yaşamak için bu yolda mücadele etmek, sıkıntıları göğüslemek ve sonuç alıncaya kadar çabalamakla yükümlüdürler. Toplumun barış içinde bir arada yaşamasını isteyenlerin de bu hakları tanıması ve görmezden gelmekten vazgeçmesi zorunludur. Bazı odakların Müslümanların verilmemiş, gasbedilmiş hakkı bulunmadığı, Türkiye’de Müslümanların inancını en üst seviyede yaşama imkanına sahip oldukları tarzındaki yanıltıcı yönlendirme de iyice anlamsızlaşmıştır.

 

Aşağıdaki hususlar konuyu doğru anlamamızı kolaylaştıracak, Müslümanların inançlarından doğan haklarının nasıl budandığını görmeye yardımcı olacaktır:

 

– Din/İslam, kamu gücünü elinde bulunduranlar tarafından İslami referansların ve Müslümanların kabul etmeyeceği şekilde tanımlanarak bütünlüğünden koparılmış, inanç ve ibadet konularına indirgenmiştir. Sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki ve benzeri alanlarda Müslümanların Din’in gerektirdiği şekilde davranma hakkı bulunmamaktadır.

 

– Din’in belirlediği ifade ve inanç özgürlüğünün sınırları ile Devletin belirlediği sınırlar çeliştiğinde Müslümanlar inançlarına göre davranma hakkına sahip değildir.

 

– Cami ve diğer Dini müesseselere ait işlerin yönetimi, denetimi, personelin istihdamı ile Dini esaslara göre oluşturulan Vakıfların yönetimi, denetimi, geliri ve amaçları devletleştirilmiştir. Bunun için Diyanet işleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi iki kurum oluşturulmuştur. Müslüman topluluğun veya temsilcilerinin inançlarıyla doğrudan ilgili olan bu konularda herhangi bir müdahale hakkı yoktur.

 

– Öğretimin Birliği (Tevhid-i Tedrisat) uygulaması nedeniyle Müslümanların inançlarına göre eğitim ve öğretim yapma hakkı bulunmamaktadır.

 

– Tasavvuf ve benzeri Dini ekollerin örgütlenmesi ve kendilerine ait merkezler oluşturması bir hak olarak kabul edilmediği gibi cezai hükümlere tabidir.

 

-İnancına uygun tercihlerle kişilerin kılık kıyafet seçmeleri ve bunu sosyal ve kamusal alanda kullanmaları bir hak olarak kabul edilmemektedir.

 

-Müslümanların Din dışı esaslara göre oluşturulan ve Dini hassasiyetleri gözetmeyen mahkemelerde yargılanmaları zorunludur. Mahkemelerde inançlarına göre yargılanma hakkına sahip değildirler.

 

-Aile, evlenme, boşanma, kadın hakları, mal rejimi, miras, evlat edinme, nafaka, miras, mülkiyet, ipotek, borçlar, ticaret ve cezalar gibi Dinin hükümlerinin bulunduğu alanlarda Müslümanların bunlara uygun davranma hakkı kabul edilmemektedir.

 

-Ceza Kanunu Müslümanların inançlarına uymayan hükümlere göre düzenlenmiş ve Müslümanların buna uyması zorunlu tutulmuştur. İnancına uymayan bir ceza sistemiyle haklarına sahip çıkması engellenmiştir.

 

İçinde bir çok detayı barındıran yukarıda sıraladıklarımız ve burada sayılamayan daha pek çok konu bulunmaktadır. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan bir kesimin bu denli büyük sorunlarla yaşıyor olması akla ziyan bir durumdur. Adalet ve sorumluluk duygusu taşıyan hiç kimsenin buna razı olması düşünülemez. Öteki kesimlerin sorunlarının çözülmesi elbette çok önemlidir. Ancak eş zamanlı olarak ana gövdeyi oluşturan Müslümanların sorunları çözülmeden toplumsal dengelerin yerine oturması ve sosyal barışın sağlanması mümkün değildir.

02.04.2010

 

 

 

 

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir