İktidara Talip Olmak
Siyasetle ilgili çabaların merkezinde iktidar arzusunun ittirici güç olarak yer aldığına kuşku yoktur. Arzuyu talebe dönüştüren çağımızdaki yaygın mekanizma ise siyasi partilerdir. Talip olmanın günlük dildeki karşılığı; ‘bu işi ben yaparım’, hatta ‘benden başka kimse bunu başaramaz’ gibi ifadelerdir. Yaygın ve genel kabul gören kanaate göre, ‘iktidar hedefi’ olmayan siyaset ve partinin gösterdiği çabalar abesle iştigaldir.
Ancak başka bir açıdan bakıldığında, ilk bakışta son derece makul görünen bu yargının haklılık ve doğruluk taşıdığı kuşkulu hale gelmektedir.
Genelde liderlerin egemenliğine dayalı olarak kurulan partiler, kurucu düzenin belirlemiş olduğu ve yasalarla zorunlu tutulan çerçevenin içinde hareket etmeye mecbur bırakılmaktadırlar. Bu da sistemin doğrularını da yanlışlarını bütün olarak kabul etmek anlamı taşımaktadır. Karşıt düşüncelere sahip olanlar, siyasi faaliyetlerin içinde yer aldıklarında, sözkonusu düşüncelerinden ya vazgeçmek ya da takiyye yaparak dillendirmemeyi tercih etmeye zorlanmaktadırlar. Şayet sistem karşıtı tutumlarını gizlemeden hareket etmekte ısrarlı davranırlarsa bir takım risklerle karşı karşıya kalırlar. Siyaset yasağı, parti kapatma, hapis cezası bu risklerin başlıcalarıdır. Dünyada ve ülkede bununla ilgili yaşanmış bir çok örnek bulunmaktadır.
İthal sistemlerle yönetilen bizim gibi ülkelerde toplumla devlet arasındaki uyumsuzluk da bu bağlamda kimi sorunlara yol açmaktadır. Toplumun inanç, değer ve geleneklerine bağlı olanlar da sistem yanlısı olanlar da inandıklarının arkasında duramamak gibi bir konuma itilmektedirler. Sözgelimi; ateist bir siyasetçi toplumla ters düşmemek adına dindarmış gibi; dindar biri ise, devletin din karşıtı tutumunu benimsemiş gibi davranabilmektedir. Gerçek şu ki; iki taraf da kişilik zaafı göstermekte, dürüst davranmamakta, toplumu yanıltmakta, gerçekleri saklamakta; muhalefette farklı, iktidarda farklı düşünceleri savunmakta adeta yarışa girmektedirler.
Dolayısıyla, siyasetçiler ve partiler; popülist politikalarla ve parasal imkanlarla toplumu etkileyerek iktidara gelmek için meşru ve ahlaki olup olmamasına bakmaksızın çeşitli yollar denemekte sakınca görmemektedirler. Böylelikle, temel taşları yanlış döşendiği için sorun çözme yeteneğini peşinen kaybetmiş olan sisteme payanda olmaktadırlar. Kısa zamanda sarsılması, hatta çökmesi gereken sistemin ayakta kalmasına ve kısır döngünün sürüp gitmesine, niyetleri farklı da olsa, hatırı sayılır katkıda bulunmak gibi bir çelişki yaşamaktadırlar.
Doğal olarak; çıkar, cehalet, hamaset ve kerameti kendinden menkul ezberlerin eseri olan ‘ben yaparım’ iddiasının karşılığı olan iktidar talebi toplumu aldatmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Genellikle bu anlayışla hareket eden iktidarlar, yüzyıldır gündemden düşmeyen sorunları çözmek şöyle dursun, daha çok büyüterek kangrenleşmesine yol açmaktadırlar.
Kısacası; yanlışı savunan, toplumu aldatan, iddialarının arkasında durmayan bir mekanizmaya dönüşen siyaset, iktidarı elde etse de çözüm olmuyor. Bundan dolayı; özellikle kimi dindar gruplar, tarikatlar ve kişiler, hatta bir kısım seküler kişi ve gruplar; çarenin, siyaseti şeytanlaştırmakta ve ondan uzak durmakta olduğu görüşüne yöneliyorlar. Onlara göre; siyaset, çözüm üretmemekle kalmıyor, her alanda ahlaki yozlaşmayı da tırmandırıyor. Çıkarcı, ben merkezli tutum ve davranışların başedilmez bir hal almasına yol açıyor.
Ancak tarihi tecrübe, siyasetin dışında kalmanın mümkün olmadığı gerçeğiyle onları da yüz yüze getiriyor. Bir süre sonra dirençleri kırılıyor ve şu veya bu şekilde kendilerini siyasetin içinde buluyorlar. Çoğunlukla; doğrudan ve etkin olmayan, edilgen ve pasif bir ilişki benimseyerek iddialarından vazgeçmedikleri görüntüsünü vermeye çalışıyorlar. Nafile olan bu çabaya buldukları gerekçeyi de şöyle açıklıyorlar: ‘Açıkça muhalefet etmek anarşiye yol açacağından sistemle bütünleşerek içeriden ıslah edici bir rol oynamak gerekir. Böylece iktidardan pay alarak bu rolü güçlendirebilir ve siyasete yön verebiliriz.’
Risk barındırdığı için; siyasetin yanlış ellerde kalmasına engel olmayı, çaba göstermeyi, direnmeyi göze almayan dindar çevreler, durumlarını bu gerekçeyle meşrulaştırmak için fetva üretmekten de geri kalmıyorlar.
Oysa Kuran; dindışı bir alan olmadığı ve hayatın bütününün kopmaz bir parçası olduğu esasından hareketle siyasetin ve yönetimin ilke ve kurallarını ortaya koymuştur. Bununla da kalmayarak belirlediği temel ilkelerle siyaseti ve yönetimi sahiplenme sorumluluğunu Müslümanlara yüklemiştir. Bunun nasıl yapılacağını da Peygamberin (as) uygulamaları göstermiştir. İleri sürdüklerinin tersine; yalnız devlet kurduğu Medine’de değil, Mekke döneminde de hayatı siyasetle iç içe geçmiştir. İslami ilimlerin ortaya koyduğu alanla ilgili devasa birikim Kitap ve Peygamberin bu yaklaşımının eseridir.
Öte yandan; siyaset, sadece devlet yönetmekten ibaret değildir. Yönetime muhalefet etmek, karşı gelmek, eleştirmek, farklı önerilerde bulunmak, hatta yönetim ve yöneticilerden uzak durmak bile siyasettir. Günümüzde olduğu gibi; oy kullanmamak, nereye oy vereceğinde kararsız kalmak, oy kullanmayı gayrimeşru saymak, siyasi nedenlerle şiddete başvurmak, parti olarak seçime girmemek, sistemin değişmesi için eylemde bulunmak da siyasettir.
Sözün özü: Siyaset ve iktidar yozlaştırıcı ve ayartıcıdır ama dışlanması, vazgeçilmesi mümkün olmayan bir alandır. Bizde olduğu gibi, toplumun iradesini yok sayarak tepeden inme ve dayatmayla kurulan baskıcı, tektipleştirici ithal sistemler, sonu gelmez çelişki ve çatışmalara zemin oluşturmaktadır. Bu nedenle, sahici bir siyaset ancak sistemin değişmesini hedeflemekle mümkün olabilir. Değişimi amaçlamayan iktidarlar, bataklıkta temiz su arayıp bulamayanlar gibi kalmaya mahkumdurlar.
Bunun da yolu; güç ve iktidarın çekiciliğine kanmadan, gerekirse risk alarak doğruları savunmak, yanlışları deşifre etmek ve değişimi esas alan bir siyaseti göze almaktır.