Merkeziyetçilik, Yerinden Yönetim ve Adalet 2

İslam Devletinin sınırlarının iyice genişlediği Hz. Ömer döneminden itibaren eyaletler yönetimde etkin rol oynamıştır. Sonraki İslam Devletlerinin tümünde de yönetimin kopmaz parçası olarak varlıklarını ve etkinliklerini sürdürmüşlerdir. Büyük ölçüde yerinden yönetim kavramının karşılığı olan eyalet sistemi, günümüzde birçok ülkede aynı adla uygulanarak güncelliğini koruyor.

Tercih edilmesinin ana nedeni, sorunları yerinde çözmeye elverişli olması ve adaletin gecikmesine meydan vermemesidir. Özellikle ulaşım ve iletişim zorluklarının yaşandığı dönemlerde son derece etkin ve hızlı sonuç alabilen dinamik bir sistem olduğu için tercih edilmiştir. Aynı zamanda, taşrada yaşayan halkın yönetime katılmasına uygun olması da gerekçeleri arasında sayılabilir:

“İlk dört halife ve Emeviye devrinde valilik tam yetkili bir görev idi.  Askeri işler, mali konular, vergi toplamak, memur ve hatta kadıların tayini valinin göreviydi. Vali tıpkı halife gibi hukuki ve idari yönden de cemaatin imamı ve yöneticisiydi. Ancak Abbasi devrinde valilerin yanına, merkez tarafından atanan kadılar ve maliye memurları geldi. Bununla beraber Abbasi devri İslam devletinin bu merkezileşmiş görünen yapısını abartmamak gerekir. Pratikte çağın teknik yapısından ileri gelen yetersizlikler yüzünden, merkezi hükümet eyaletleri kontrol edememiş ve valiler askeri, mali, idari, kazai konularda özerk durumlarını korumuştur. Bunlar zamanla Abbasi devrinde başkaldırıp halifeye vergi vererek yarı müstakil hale gelmişlerdir.”[1]

Dört halife, Emeviler ve Abbasilerde uygulanan bu sistem, Selçuklular ve Osmanlılar tarafından da devam ettirilmiştir. Tümünde, yerinden yönetim ilkesini uygulamaya taşıyan eyalet sistemine yönetimin temel unsurlarından biri olarak yer verilmiştir. Dahası, Osmanlı eyaletleri arasında ayrı bir devlet statüsüne sahip olanları dahi vardı.

“Osmanlı Devleti’nde özel statüleri olan başka bazı eyaletler vardı. İç işlerinde serbest, dış işlerinde Osmanlı Devleti’ne bağlı olan bu eyaletler, Osmanlı Devleti’ne vergi öderler, gerektiğinde de orduya asker gönderirlerdi. Bunlardan bir kısmı Osmanlı Devleti’nin idaresine girdikleri anda imtiyaza sahip oldukları halde bazıları da zamanla ortaya çıkan tarihi olaylar sonunda imtiyazlı hale gelmiştir. Örneğin Mısır, Osmanlı Devleti’ne katıldığında merkezden gönderilen valilerle idare edilirken sonradan imtiyazlı hale gelmiştir. Diğer imtiyazlı eyaletler ise; Eflak ve Boğdan Voyvodalıkları, Erdel Beyliği, Dubrovnik Beyliği, Mekke Şerifliği, Kırım Hanlığı, Kaptan Paşa Eyaleti, Nakşa Dükalığı, Hicaz Eyaleti, Arap Şeyhlikleridir. Garp Ocakları (Cezayir-Libya-Tunus), Kürt Beylikleri, Gürcistan ve Dağıstan, Sisam Emareti, Yunan Adaları, Lübnan Sancağı, Girit Vilayeti, Sırbistan Emareti, Bulgaristan Emareti, Kıbrıs Sancağı, Yemen Vilayeti, Aynaroz, Arnavutluk, Bosna ve Hersek’tir.”[2]

Bunlardan dikkat çekici bir örnek de 1514’te Yavuz Sultan Selim ile Kürt Beyleri arasında yapılan anlaşmaya göre ortaya çıkan özerk yapıdır. Buna göre; Kürt Beylikleri, Osmanlıyla karşılıklı ortaklık ilişkisi içinde bulunan özel bir statüye sahipti. Zaten iki tarafı da tehdit eden aynı tehlike onları birlikte hareket etmeye ve anlaşmaya zorladığından, aralarında bir ortaklık ilişkisi gelişmişti.

Sınırları Anadolu’nun yarısına kadar uzanan Şii Safeviler, Anadolu’nun diğer yarısına ve Rumeli’ye de egemen olmak için kendileri gibi Türk olan Osmanlı’yı ortadan kaldırma çabası içine girmişti. Bu maksatla, Osmanlının başkentine ve sarayının içine kadar nüfuz etmiş ve önemli bir güce ulaşmıştı. Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkmasından bir yıl önce bu maksatla Batı Anadolu’da başlayan ve Osmanlı ordularını hezimete uğratacak güce ulaşmış olan Şahkulu İsyanı konunun anlaşılmasını sağlayan önemli bir örnektir.

Diğer yandan; Osmanlı gibi Sünni olan Kürtler de aynı tehlikeyle karşı karşıya kalmışlardı. Kürt Beyliklerine ait topraklar da Şii Safeviler tarafından işgal edilmiş ve birçok Kürt Beyi katledilmişti. Kürtlere, Şiiliği kabul etmeleri için yoğun baskı uygulanıyordu. Anadolu’daki Türkler arasında yaygınlaşan Şiiliğin Kürtler arasında da yayılması halinde İran’la birlikte Anadolu, Rumeli ve Kürdistan tümüyle Sünnilikten arınmış bir bölgeye dönüşecekti. Şah İsmail bu planı gerçekleştirmeye yönelik hızlı adımlar atıyordu.

Tablo böyleyken tahta geçen ve durumun vahametinin farkında olan Yavuz Sultan Selim ilk iş olarak Kürtlerle anlaştı ve birlikte Safevilerin üzerine yürüdüler (1512-1514). Çaldıran’da birlikte savaşarak Safevileri yendiler ve topraklarına yönelik tehdide son verdiler.

Ortak düşmana karşı Kürtlerle başlayan ortaklık bundan sonra da özel bir statü biçiminde devam etti. İçişlerinde tamamen serbest, savaş gibi hallerde ortak hareket etmeye dayalı anlaşma uzun zaman yürürlükte kaldı. Tanzimatla başlayan merkeziyetçiliğin sebep olduğu bir takım sorunlara rağmen ilişkiler bozulmadı. Ancak Cumhuriyetle kurulan ırka dayalı ulus devlet, yerinden yönetim modeline son vererek, ortaklık ilişkisini egemenlik ilişkisine dönüştürerek anlaşmanın hükümlerine tümüyle son verdi. Osmanlı modelini sürdürmeyi hedefleyen son ümit olan 1921 Anayasası da yeni yönetim tarafından yürürlükten kaldırıldı. Böylece, Türklerle Kürtleri bir arada tutan dört yüzyıl süren olumlu ilişki tamamen bozuldu.

Yerel Yönetimlerle ilgili olarak atlanmaması gereken çok önemli bir konu da sömürgecilik ve emperyalizmin yeni yüzü olan küreselleşmedir.

Küreselleşme; dindışı düşüncenin geliştirdiği mevcut egemen uygarlığın değerleriyle dünyanın tek merkezden yönetilmesini hedefleyen sömürgecilik ve emperyalizmin yeni yüzüdür. Etki alanı çok geniş olmasına rağmen merkeziyetçi bir karaktere sahiptir. Yerel değerleri ortadan kaldırarak, yerine tüm toplumları oluşturduğu küresel değerlere bağımlı hale getirmeyi hedeflemektedir. Bunun için, yeryüzündeki yer altı, yer üstü kaynakları ve beşeri sermayeyi kontrol altına alarak başlatılan egemenlik sürecini yeni yöntemlerle tahkim etmektedir.

Bu amaçla; anayasal düzen, yönetim, hukuk, eğitim, din-devlet İlişkileri, bilim, ekonomi,  kadın ve aile, sivil toplum, gelir dağılımı, gıda, çevre, ulaşım, kentleşme ve diğer alanlarda tüm toplumlara aynı sistemi dayatmaktadır. Gelinen aşamada dünya toplumları, geleneksel değerlerini ve hayat tarzlarını hızla terk etmektedirler. Batı’nın dayattığı dünya görüşüne tabi bir yaşam biçimi benimsemektedirler.

Bu dayatmalar, tüm Batı dışı kültür ve medeniyetleri yok olmayla karşı karşıya getirmiştir. Buna karşılık; Din/İslam yeryüzünü tahrip etmeye odaklanan bu yaklaşımı reddediyor ve Müslümanların yeryüzünü adaletle imar etmesini istiyor. Zulüm ve sömürüyle dünyayı tahrip edenleri lanetleyerek azapla tehdit ediyor. Herkesin tek tip bir inanca sahip olması için zorlama ve dayatmalarda bulunulmasını yasaklıyor. Egemenlerin toplumlara kendi toplumsal değerlerini dayatmasını meşru görmüyor.

Kısacası; küreselleşme, kendini dünyanın efendileri sayan bir azınlığın çoğunluğa tahakküm projesidir ve İslam’ın dışında bu zulüm mekanizmasını durduracak bir güç yoktur.

Yerel yönetimlerle doğrudan bağlantılı çok boyutlu bir konu da şehirciliktir. Şehirler, bina yığını olmanın çok ötesinde bir anlama sahiptir. Toplumsal değerlerin yansıması olan kültür ve medeniyetin göstergeleridir. Konunun anlaşılmasını sağlayan en iyi gözlem noktalarından biri, kuşkusuz İstanbul’un Avrupa yakasını gören Anadolu yakasıdır. Buradan bakıldığında; sol tarafta bulunan tarihi yarımadada camilerin kubbe ve minareleri, sağ tarafta ise gökdelenler ve reklam ışıkları göze çarpar. Elbette bu iki görüntü kendiliğinden oluşmamış ve çok şey ifade ediyor. Tarihi yarımada, İslam kültür ve medeniyetinin; diğer bölge ise, Batı kültür ve uygarlığının mekâna yansımasını sembolize ediyor.

Demek oluyor ki; şehirler belli bir inanç ve felsefeye göre oluşur, şekillenir, gelişir ve yaşarlar. Türkiye, arada kalmışlığın ifadesi olarak iki kültürü bir arada yaşatan arabesk bir yaklaşımı benimsemiş bulunmaktadır. Şehirler bunun yansıması olarak şekillendiğinden özgün bir kimlik taşımamaktadırlar. Her biri, gelenekten kopmuş ama modernliği içselleştirememiş sorun üreten mekânlara dönüşmüştür.

İktidarların hiç birinin, bu kötü gidişi durdurmaya yönelik kalıcı bir çaba gösterdiğine şahit olamadık. Şehir yönetimlerini oluştururken daha çok kadrolaşma ve rant paylaşımını dikkate aldılar. İslami duyarlığa sahip Refah Partisinin bir takım olumlu uygulamaları hayata geçirmiş olması değerli olsa da yetersiz kalmıştır. Zira onların da bir şehircilik felsefesine sahip olmaması, inançlarıyla çelişen uygulamaları sahiplenmelerine ve pek çok olumsuzluğu fark edememelerine yol açmıştır. Bu geleneğin devamı gibi görünen Ak Parti döneminde de söz konusu eksiklik giderilmediği için olumsuzluklar daha da artmıştır.

Örnek olarak imar uygulamalarını alacak olursak sosyal dokuyu nasıl olumsuz etkilediğini görebiliriz. Mevcut imar uygulamaları, pek çok çarpıklık yanında, vahim şekilde, sınıflı bir toplumun oluşmasına hizmet ediyor. Duyarlılığı, dayanışmayı, yardımlaşmayı, komşuluğu ortadan kaldırıyor. Yoksullar, orta gelirliler ve üst gelir guruplarının yaşadığı alanların giderek birbirinden iyice kopmasına yol açıyor. Orta büyüklükteki şehirlerde bile bu kesimlerin, hatta akrabaların ilişkileri iyice zayıflıyor. Aşırı lüks ve israf içinde yaşadığı halde aynı şehirde yaşayan açlardan, evsizlerden, yoksullardan habersiz şehir sakinlerinin sayısı küçümsenmeyecek boyutlara ulaşmış bulunuyor. Oysa aynı şehrin ortakları olan bu insanlar, aynı inanca mensup olmanın gerektirdiği komşuluk anlayışına göre birbirlerini gözetmekle yükümlüdürler ve birbirlerinden sorumludurlar. İslam’a göre komşuların birbirlerine karşı yerine getirmeleri gereken bazı görevleri şöyle sıralanmıştır: Borç istediği zaman borç vermek, yardım istediğinde yardımına koşmak, hastalandığında ziyaretine gitmek, muhtaç olduğunda ihtiyacını gidermek, fakirliğe düştüğünde ona yardım etmek, sevincine ortak olup üzüntüsünü paylaşmak,  taziyesinde bulunup cenazesine katılmak, evinde pişirdiği yemekten ona ikram etmek.

Ama mevcut şehircilik anlayışı ile hazırlanan imar planlamaları bu ilişkileri düzeltmek şöyle dursun daha çok tahrip ediyor. Bireyin toplumdan kopuk yaşamasının şartlarını oluşturuyor. Toplumsal barışın yerine ayrışma ve çatışmaya yol açan uygulamaları adeta teşvik ediyor.

Sözün özü: İslam, her alanda olduğu gibi yönetimde de adaleti esas aldığından, şekle fazla önem atfetmiyor. Bu nedenle, adaletin aksatılmadan yerine gelmesine daha elverişli olduğu için yerinden yönetim modeline daha yakın duruyor. Tarihi tecrübe de bunu gösteriyor.

26.09.2018

[1] İlber Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi  (s 53)

[2] Öğr. Gör. M. Selçuk Özkan, Osmanlıda Eyalet Ve İmtiyazlı Hükümetler Sistemi.

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir