Parça Bütün İlişkisinin Bozulması

Değerler hiyerarşisi ya da önem ve önceliklerle bağlantılı olarak üzerinde dikkatle durulması gereken bir konu da parça-bütün ilişkisidir. Zira geçmişten günümüze ihmal edilen bu konu, aşılması güç sorunlara, birbiriyle taban tabana ters ve çelişkili akımların ortaya çıkmasına, kimlik ve eksen kaymasına yol açmıştır. İslam, dışarıdan pek çok müdahale ve saldırıya uğramış, içerden de en büyük istismar aracı haline getirilmiştir.

Müslümanlar arasında, en katısından en ılımlısına uzanan hattın her kesitine göre yapılan yorumları benimseyen taraftar grupları oluşmuştur. Öyle ki; hakkında kesin hüküm bulunan konularda bile Müslümanlar arasında uzlaşılması mümkün olmayan anlaşmazlıklar ve ayrılıklar  baş göstermiştir.

Örneğin; Kuranda yer alan savaşla ilgili ayetlerin tümünü değil de savaşın içindeyken öldürmeyi teşvik eden ayetlere dayanarak inanmayanları görülen her yerde öldürmek gerektiğini ileri süren gruplar ortaya çıkmıştır. Buna karşılık; farklı bazı ayetlere dayanarak bunun tam tersini savunan ve her şartta, savaştan kaçınılmasının şart olduğunu iddia eden gruplar da bulunmaktadır.  Oysa Kuranda savaşla ilgili ayetlere ve Peygamberin (as) uygulamalarına bütün olarak bakıldığında iki görüşün de isabetli olmadığı fark edilir. Kaynaklar; savaşın gerekçesinin; karşıtların İslam ve Müslümanların varlığına kasdetmesi ile İslam’ın insanlara özgürce ulaştırılmasının engellenmesi olduğunu bildirmektedir. Bundan; saldırganlığın değil, savunmanın temel belirleyici olduğu anlamı çıkmaktadır.

Benzer konularda da bütün dikkate alınmaksızın parçadan hareketle oluşturulan yanlış hükümler İslam’ı ana ekseninden koparmaktadır. Derin ayrılıklara yol açan gruplaşmaların da gerçek nedeni burada aranmalıdır. Hatta tüm dinlerin kaynağının tevhit dini olduğu gerçeğine rağmen, birbirinden çok farklı olan dinlerin oluşmasında bu tür yorumların etkili olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Sistem bütünlüğüne sahip olan İslam’ın Kuran ve Peygamber tarafından belirlenmiş yapısı tüm Müslümanların ayrı gruplara bölünmeden tek cemaate mensup olmalarıdır. Bunun için; aynı dünya görüşüne bağlı olmaları, olaylara karşı ortak tavır geliştirmeleri, zulüm haksızlık ve saldırılar karşısında birlikte hareket etmeleri, mal ve imkanları paylaşmaları, adalete dayalı bir yönetim ve eşitliğe dayalı bir toplumsal düzen kurmaları, iyi işlerde dayanışmaları gerekir. Ancak kendilerini yanlış biçimde cemaat olarak adlandıran gruplar, birlikte hareket etmek şöyle dursun giderek aralarındaki mesafeyi arttırmakta ve ayrılığa düşmektedirler. Böylece, ortak cemaatin kurulmasını çoğu kez farkında olmadan da olsa engellemektedirler. Bu davranış biçiminin; farklı faktörlerden oluşan Kuranın bütünlüklü sistemini yozlaştırdığına, hatta işlemez hale getirdiğine tarihteki ve günümüzdeki gelişmeler tanıktır. 

Bu bağlamda; dinin hayatla bağını kesmeye neden olan parça-bütün ilişkisi ile ilgili son derece önemli bir sistem sorunu da birbirinden kopması mümkün olmayan dört ana bölümden biri olan muamelatın dışlanmasıdır. Bununla hedeflenen; İslamın; iman, ahlak ve ibadete indirgenerek toplumsal alanla ilişkisinin kesilmesidir. Halbuki İslam’da; iman, ibadet, ahlak ve muamelat  birbirinden ayrılması mümkün olmayan parçalardan oluşmaktadır.

Ancak egemenliğin el değiştirdiği iki kez sistemin bütünlüğüne kasteden müdahalelerin gerçekleşmesi sonucu; siyaset başta olmak üzere muamelatın kapsamına giren alanlar hükümsüzlüğe terk edilmiş,  iman ile amel arasındaki dinamik ilişki bozulmuştur:

Birincisi, erken dönemde özgün olan İslami yönetimin yerine dünyevi bir model olan saltanatın geçirilmesidir. Peygamberin (as) kurduğu; adalet, ehliyet, şura gibi esaslara dayalı yönetim sisteminin yerine güce dayalı saltanat ve hanedanlık, Hilafet adı altında benimsenmiştir.

İkincisi ise, seküler sisteme geçilmesi ile dört halifeden sonra tüm alan ve konuları etkileyen hilafetin 1924’te kaldırılmasıdır.

Birinci müdahale ile İslami model yozlaştırılmış, ikincisi ile tümüyle vazgeçilmiştir.  

Sekülerleşme İle birlikte her alanı yeniden şekillendiren modern aklın, İslam dahil, tüm dinler için öngördüğü model, bireysel hayatın dışına çıkmayan Hristiyanlıktır. İslam da Hıristiyanlık gibi siyaset başta olmak üzere toplumsal alanların dışında tutulmalı, sadece bireysel hayatın içinde kalmalıdır. Birtakım müdahalelere konu olmasının nedeni bu şablona uyumlu hale getirilmesi için gösterilen çabadır.

Seküler düşüncenin türevi sistemlere bağlı olan sağcılar, solcular, kapitalistler, liberaller, milliyetçiler, cumhuriyetçiler, demokratlar ve diğerleri karşıt oldukları İslam’a aynı rolü biçmek gerektiğini ileri sürüyorlar.

En vahim olanı ise, kimi Müslüman gruplarının da İslam siyasetin dışında kalmalı’ görüşünü paylaşıyor olmasıdır. Seküler değerler dizisini hayata geçirmeyi amaçlayanların kurduğu Diyanet ve benzeri kurum ve kuruluşlar da hayatla bağı kopmuş bir din tasarlamaktadırlar.

Siyasal İslam; Köktendincilik, Radikal İslam, Demokratik İslam, Ilımlı İslam ve benzerleri, İslam’ın karşıtları tarafından müdahale amacıyla üretilmiş  İslamın kaynaklarında yeri olmayan  kavramlardır. Amacı, bütünlüğünden koparılmış, hayata dair hüküm ve önerilerinden soyutlanmış bir din oluşturmaktır.

Küresel egemenliği elinde bulunduranlar, dinin istismar edilmiş halini veri kabul ederek Ortaçağda Hristiyanlığa biçtikeri rolü günümüzde İslam’a biçmek çabasındadırlar. Bu çevreler, istismar edilerek kimliğinden koparılmış olan dini veri kabul etmektedirler. Vahiy ve Peygamberler aracılığıyla sistematik bir bütünlüğe sahip olan dini etkisizleştirmeyi hesaplıyorlar.

Bu karşıt tutum; haklı, geçerli, ikna edici nedenlere, bilgi ve araştırmalara değil ezberlere ve önyargılara dayanıyor. Bunun için, küresel hegemonyayı üreten güçler ile Müslümanların tarihi arasında sağlıklı bir karşılaştırmadan hareket edilmiyor. İnsanların lehinde ve aleyhinde olan hükümleri büyük farkla İslam’ın haklılığını gösterdiği  halde ‘konuşturmayın vurun’ mantığı işletiliyor.

Sözgelimi, Ortadoğu’daki diktatörlerin işledikleri zulüm ve haksızlıklar İslam’a ve Müslümanlara mal ediliyor. Peki bunlar gücünü İslam’dan mı, küresel güç odaklarından mı alıyor? İslam’a mı, bu güçlere mi hizmet ediyorlar? Yaptıkları İslam’a mı, bu odaklara mı yarıyor?

Haklı olarak İslam tarihindeki zulüm ve katliamlar üzerinden tarih yorumlanır ve İslam yargılanırken aynı yaklaşım Batı için söz konusu edilmiyor.  Beş yüzyıldır bütün dünyayı egemenliği altına alan küresel sömürge imparatorluğunun işledikleri üzerinden seküler düşünce yargılanmıyor. Zulüm ve haksızlığın kaynağı olduğu ileri sürülümüyor.

 

***

Dördüncü Halife Hz. Ali döneminde baş gösteren ve çatışmalara neden olan siyasi anlaşmazlıklar, Müslümanlar arasında derin tartışma ve ayrılıklara yol açmıştır. Önce; siyaset ve hilafet başta olmak üzere, Müslümanların bireysel ve toplumsal alandaki duruş ve davranışlarında belirleyici rol oynayan iman-amel ilişkisi  ile ilgili ortaya farklı tanım ve yorumlar çıkmıştır.

Büyük tartışmalara yol açan konuyla bağlantılı olarak “amel imandan cüz değildir” görüşü, daha çok saltanatı meşrulaştırmayı hedefleyenler arasında kabul görmüş ve adalete uygun davranmayanları koruyan bir kalkan gibi kullanılmıştır. Karşı görüşte olanlar ise, “amel imandan bir cüzdür”  görüşünü benimseyerek daha titiz davranmayı tercih etmişlerdir.

Buna paralel olarak; önem ve öncelik sisteminin altüst olmasına, parça bütün ilişkisinin bozulmasına, İslam’ın özünün kaybolmasına yol açan çeşitli faktörlerin başlıcaları şöyle sıralanabilir:

-Yukarıda da ifade edildiği üzere olumsuz etkileri bakımından en etkili sorun saltanatın İslami yönetim modeli olarak  kabul edilmesi.

– İkinci olarak, en etkili konumda olan ve bir takım değişikliklerle sistemin bozulmasına kaynaklık eden Yunan Felsefesinin Müslümanlar arasında İslam Felsefesi adı altında benimsenmesi.

– Züht ve takva kavramlarının ve işlevinin yerini alan tasavvufun kurumlaşarak merkezi bir rol alması önem ve öncelik bakımından farzlardan ve nefis terbiyesi dışındaki bireysel ve toplumsal alanlardan daha önemli hale gelmesi.

– Siyasetin İslam’ın dışında kalan bir alan olduğu yönündeki görüşün yaygınlaşması ve kabul görmesi.

– İdarecilerin zevk ve sefaya dalması ile rahat fikrinin belirleyici hale gelip risk almaktan ve bedel ödemekten kaçınılması.

– Bidat, hurafe, israiliyat ve ırkçılığın geçerlilik ve değer kazanması.

– Haçlı Seferleri ile Moğol istilasının olumsuz ve yıkıcı etkileri.

– İlmin özgürlüğünü ve bağımsızlığını kaybetmesi ile alimlerin yöneticilere tabi olması.

Konuyla ilgili görüş bildiren Müslüman düşünce adamlarının da bu sıralamada ortak bir kanaate sahip oldukları görülmektedir:

Muhammed İkbal’e göre: İslam dünyasındaki kadercilik, benliğin bozulması, tevhide şirk bulaşması ve Batı’nın taklididir.

Ebu’l Hasen Ali Nedvi’ye göre: Dinin siyasetten ayrılması, İdarecilerin cahiliyeye temayülü ederek zevk ve sefaya düşerek İslamı kötü temsil etmesi, Yunan felsefesi, Sapıklık ve bidatler, Hurafeler, Haçlı Seferleri ve Moğol istilasıdır

Ali Bulaç’a göre: Siyasette iffetin yerini talepkarlığın alması, Siyasette takvanın yerini dehanın alması, İlkenin yerini pragmatizmin alması. Siyasal katılımın önüne kalın duvarlar çeken yönetim biçimi. Sade ve kanaatkar anlayışın yerini alan mal ve servet tutkusu. Muaviye ile birlikte; biat, seçim ve şuraya dayalı İslami yönetim biçiminin yerini saltanat, baskı ve keyfi rejimlere bırakmasıdır.

Garaudy’ye göre: Kur’an’ın evrensel mesajının yerelleşmesi ve tarihselleşmesi, tarihsel ve yerel bir şeriat anlayışı, yönetenlerin mutlak güç ve bilgiye sahipmiş gibi davranmaları, şûranın iptal edilmesi, genel din anlayışında ve hukuk anlayışında lafızcılıktır.

 

 

 

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir