Toplumun ana gövdesini oluşturan bir kesimin görmezden gelinmesi, yok sayılması, hangi nedenle ve gerekçeyle olursa olsun, sorunların daha da büyümesine ve içinden çıkılmaz hale gelmesinden başka bir işe yaramıyor.
Bu çarpık durumun sorumlusu kim veya kimler? Sorumluluğu başkalarına yıkarak kendini rahatlatmaya çalışanların içine düştükleri yanılgıya düşmeden şunu ifade etmek zorundayız: Hiç şüphesiz, bunun birinci derecede sorumlusu bizatihi Müslümanlardır. Elindekinin değerini bilmeyen, meselesine sahip çıkmayan, bunun için fedakârlık yapmayan, bedel ödemeyen, risk almayan, bilgi ve proje üretmeyen, strateji geliştirmeyen, kolaycılıktan ve rahatına düşkünlükten kaçınmayan, adalet ve cesaretten yoksun, özgüven taşımayan bir kesimden daha büyük sorumluluk sahibi kim olabilir? Daha da kötüsü, haklarının ne olduğunu bilmemeleri ve bunlara sahip çıkmanın zihni ve entelektüel öngörüsüne sahip olmamalarıdır. Müslümanlığı söylem düzeyinden ahlak düzeyine çıkarmayıp çıkar aracı haline getirenler, maslahat icabı buna tepki göstermeyenler, gösterenleri karalayıp dışlayanlar ve istismarcılar muhakkak ki birinci derecede suçludurlar.
Öte yandan dış odaklar ve onların içerideki ortakları, Müslümanların bu aymazlığından da yararlanarak düşmanlık ve zulmü olabilecek en üst noktaya vardırdılar. Dünyaya daha çok egemen olmak ve sömürmek için öteki bütün kültürleri, özellikle İslam Kültürünü etkisizleştirmek ve yok etmek için yeni teorik ve pratik araçlar geliştirdiler. Felsefe, bilim ve teknolojiyi sömürü aracı olacak şekilde yeniden ürettiler. Din, kültür ve tarih düşmanlığı yaparak toplumların buna inanmasını sağladılar. Aynı zamanda bu toplumların altını oydular, basacakları, dayanacakları sağlam bir temel bırakmadılar. Boğulmamak için çırpınan ve bir ejderhaya tutunmak zorunda olan insan gibi, bu toplumlara kendilerine tutunmaktan başka yol bırakmadılar. Tutununca da bir ejderha bir insana ne yaparsa onu yaptılar.
İçerdekiler, dışarıdakiler ve dışarıdakilere paralel düşenler, aynı hedefe farklı yönlerden saldırdılar. İçerdekiler, yani İslam adına İslam’ın gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmeyenler ve istismar edenler; dışarıdakiler, yani dünyayı istila ederek sömürmeye yönelenler; dışarıdakilere paralel düşenler, yani modern medeniyete ulaşalım diye sömürüye ve istilaya alet olanlar, farkında veya değil aynı noktada buluştular. Elimizdeki sonuç, bu üç kesimin pay sahibi olduğu ortak bir mirastır.
Önümüzde duran bu mirasla, resmî ideolojinin dışındaki bütün görüş ve düşünce sahibi kesimler ötekileştirilmiş, hakları ellerinden alınmış, baskı ve dayatmalara maruz kalmışlardır.
Haklarına el konulmuş olan Kürtler ve Aleviler gibi kesimlerin başına gelenler ve çözüm önerileri teorik de olsa, hatırı sayılır bir birikime dönüşmüştür. Ancak Ülke’nin çoğunluğunu oluşturan Müslüman kitlenin elinden alınmış hakları ile ilgili hiçbir çaba ortada gözükmemektedir. En kötüsü ise; bizzat Müslümanların ellerinden alınmış haklarının farkında olmamaları ve bu yönde herhangi bir talebi dillendirmemeleridir. Gafletin, duyarsızlığın, ilgisizliğin, bilgisizliğin boyutunu göstermesi bakımından son derece ilginç bir durum söz konusudur.
Müslümanlar farkında olmasalar ve talep etmeseler de hiç kuşkusuz, birtakım hakları vardır ve bunları talep etmek gibi bir sorumlulukları da bulunmaktadır. İnançlarını yaşamak için bu yolda mücadele etmek, sıkıntıları göğüslemek ve sonuç alıncaya kadar çabalamakla yükümlüdürler. Toplumun barış içinde bir arada yaşamasını isteyenlerin de bu hakları tanıması ve görmezden gelmekten vazgeçmesi zorunludur. Bazı odakların Müslümanların verilmemiş, gasbedilmiş hakkı bulunmadığı, Türkiye’de Müslümanların inancını en üst seviyede yaşama imkânına sahip oldukları tarzındaki yanıltıcı yönlendirme de iyice anlamsızlaşmıştır.
Müslümanların inançlarından doğan haklarının nasıl budandığını gösteren aşağıdaki hususlar konunun anlaşılmasını da kolaylaştıracaktır:
Din/İslam, kamu gücünü elinde bulunduranlar tarafından İslami referansların ve Müslümanların kabul etmeyeceği şekilde tanımlanarak bütünlüğünden koparılmış, inanç ve ibadet konularına indirgenmiştir. Sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki ve benzeri alanlarda Müslümanların Din’in gerektirdiği şekilde davranma hakkı bulunmamaktadır.
Din’in belirlediği ifade ve inanç özgürlüğünün sınırları ile Devletin belirlediği sınırlar çeliştiğinde Müslümanlar inançlarına göre davranma hakkına sahip değildir.
Cami ve diğer Dini müesseselere ait işlerin yönetimi, denetimi, personelin istihdamı ile Dini esaslara göre oluşturulan Vakıfların yönetimi, denetimi, geliri ve amaçları devletleştirilmiştir. Bunun için Diyanet işleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi iki kurum oluşturulmuştur. Müslüman topluluğun veya temsilcilerinin inançlarıyla doğrudan ilgili olan bu konularda herhangi bir müdahale hakkı yoktur.
Öğretimin Birliği (Tevhid-i Tedrisat) uygulaması nedeniyle Müslümanların inançlarına göre eğitim ve öğretim yapma hakkı bulunmamaktadır.
İnancına uygun tercihlerle kişilerin kılık kıyafet seçmeleri ve bunu sosyal ve kamusal alanda kullanmaları bir hak olarak kabul edilmemektedir.
Müslümanların Din dışı esaslara göre oluşturulan ve Dini hassasiyetleri gözetmeyen mahkemelerde yargılanmaları zorunludur. Mahkemelerde inançlarına göre yargılanma hakkına sahip değildirler.
Aile, evlenme, boşanma, kadın hakları, mal rejimi, miras, evlat edinme, nafaka, miras, mülkiyet, ipotek, borçlar, ticaret ve cezalar gibi Dinin hükümlerinin bulunduğu alanlarda Müslümanların bunlara uygun davranma hakkı bulunmamaktadır.
Ceza Kanunu Müslümanların inançlarına uymayan hükümlere göre düzenlenmiş ve Müslümanların buna uyması zorunlu tutulmuştur. İnancına uymayan bir ceza sistemiyle haklarına sahip çıkması engellenmiştir.
İçinde birçok detayı barındıran yukarıda sıraladıklarımız ve burada sayılamayan daha pek çok konu bulunmaktadır. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan bir kesimin bu denli büyük sorunlarla yaşıyor olması akla ziyan bir durumdur. Adalet ve sorumluluk duygusu taşıyan hiç kimsenin buna razı olması düşünülemez.
Ötekileştirilen bütün kesimlerin sorunlarının belirlenmesi ve çözülmesi elbette çok önemlidir. Ancak ana gövdeyi oluşturan Müslümanların sorunları çözülmeden toplumsal dengelerin yerine oturması ve sosyal barışın sağlanması mümkün olmadığı unutulmamalıdır.