Diyanet Müslümanları Temsil Edemez

 

Lozan’da Ulus Devlet formu ile yeniden kurulmasıkararlaştırılan Devlet, o zamana kadar Din’in belirleyici şemsiyesi altında yapılanmıştı. Tümüyle uyulmayıp aksatılsa da Devlet sistemi büyük ölçüde Dinî esaslara göre şekillenmişti. Bu nedenle, temel değişikliklerle ve farklı bir paradigmayla sil baştan inşa edilmesi planlanan yeni Devlet için en önemli konu, Din-Devlet ilişkileri idi. Bu ilişkilerin şekli, içeriği ve kapsamı; hem Devletin geleceği hem de toplum açısından hayati öneme sahipti. Din esaslı bir devlet yerine Dindışı/Seküler bir devletin yapılanması aşamasında Din’in etkisizleştirilmesi ve kurumların bu etkiden arındırılması kaçınılmazdı. Yani, ”Örgütlü İslamiyet’in iktidarına son vermek ve halkın  zihninde ve kalbinde onun gücünü kırmak” gerekiyordu. (B. Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, 412)

Bu sonucu elde etmek maksadıyla acil tedbirler alınmasına ihtiyaç vardı. Müslüman Ahaliye ve toplumsal değer yargılarına rağmen 3 Mart 1924 tarihinde;

1- Müslümanların Siyasi ve Dinî birliğini temsil eden Halifelik kaldırıldı,

2- Çoğulcu ve Dinî karakterli eğitime son verilmek üzere Tevhidi Tedrisat (Öğretimin Birliği) Kanunu çıkarıldı,

3- Şeriye ve Evkaf Vekâleti yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ile Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması ile İlgili madde bu kurumun niteliği ve misyonu hakkında hükümler içermektedir:  Türkiye Cumhuriyetinde muamelâtı nasa dair olan ahkâmın teşri ve infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup, Dini Mübini İslâm’ın bundan maada itikadat ve ibadata dair bütün ahkâm ve mesailinin tedviri ve müessesatı diniyenin idaresi için Cumhuriyetin makarrında (Bir Diyanet işleri reisliği) makamı tesis edilmiştir.”

Böylece, “İslamlık devletin bir dairesi olmuştu.”(Age,409)

Dindışı ve Ulusçu iki temel karakterle kurulan devlet, Din ile ilişkilerini Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden yürütmeyi kararlaştırmış oluyordu. Aslında ilişki düzeyinin çok ötesine taşan bir amaç söz konusuydu. Din’in kontrol ve denetim altında tutulması, bütünlüğünden ve bağlamından koparılarak reforma tabi tutulması ve modernleştirilmesi, kaynaklarının belirlediği çerçeveden uzaklaştırılması, Dindışı bir devlete hizmet aracı haline getirilmesi, Müslümanların muhalefetini köreltmek için kullanılması bu kuruma yüklenmiş görevler olarak sayılabilir.

Yine bu kurum aracılığıyla Din’e müdahale edilmesi, yeni bir tanımla “inanç ve ibadet”e indirgenmesi, hayatla bağlarının koparılması ve vicdanlara hapsolması istenmekteydi. Sosyal hayat, siyaset, ekonomi, hukuk ve benzeri alanların kesin biçimde Din’in ilgisi dışına çıkarılması ve böylece gerçek hedeflerinden sapmış bir Din haline gelmesinin de bu kurumun hedefleri arasında olduğu söylenebilir.

Aydınlanmacı Batı’nın Din tasavvuruna uygun hale getirilmiş olan Hıristiyanlık model alınmıştı. Doğal olarak İslam da, Hıristiyanlığın geçirdiğine benzer şekilde amaçlarından ve özgün kimliğinden uzaklaştırılmak suretiyle bir “tahrif” sürecine itilmiş oluyordu.

Nitekim Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu yönde bazı girişimler olduğu bilinmektedir. Din’i reforma tabi tutmak ve modernleştirmek üzere bir takım öneriler hazırlanmıştı: İbadet dili Arapça değil Türkçe olmalı. Camilerde, kiliselerde olduğu gibi oturaklar olmalı. Modern müzik eşliğinde ibadet yapılmalı. Hutbeler, geleneksel anlayış yerine modern felsefi yaklaşımlar içermeliydi.

Bütün bunlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslam Din’ine ait ve Müslümanları temsil eden bir kurum olarak tasarlanmadığını göstermektedir. Bu nedenle Diyanet’in Din’e değil, Devlete ait idari bir kurum olduğu ifade edilebilir. Zaten kurumun işleyişinde diğer Devlet kurumlarından hiçbir farkı yoktur. Din’in kabullerine göre değil; Devletin anayasal, yasal çerçevesine ve Seküler felsefi arka planına göre örgütlenip yönetilmektedir. Sahih bir Din tasavvuruna sahip kişilerin içinde yer alması, bu vasfının değişmesi için yeter sebep olamaz.

Hal böyleyken; kendilerini özgürce ifade edemeyip inançları baskı altında olan Aleviler başta olmak üzere diğer inanç guruplarının Diyanet’i Sünni İslam’ın temsilcisi olarak görmeleri tam bir yanılsamadır. Genel olarak Müslümanların pek çoğunun da aynı yanlışı paylaştıklarını biliyoruz. Son derece sorunlu bir yapıya sahip olan bu kurumda kendilerine yer verilmesini istemelerinin bu gurupların sorununu çözmesine imkân yoktur.

Bilinmesi gereken; tüm inançların baskı altında olduğu, özgürce ifade edilmelerinin önünde birçok engelin bulunduğu ve örgütlenme haklarının ellerinden alındığıdır.

Olması gereken ise;  Alevi-Sünni tüm Müslümanların, Gayrimüslimlerin ve diğer inanç guruplarının tam bir ifade özgürlüğüne sahip olmalarıdır. Her kesimin Din hizmetleri, ibadet mekânları ve Din Eğitimi konusunda tam bir örgütlenme özgürlüğü içinde hareket edebilmesi esastır. Bu konularda karar mercii Devlet değil, kesimlerin kendisi olmak zorundadır. Devletin yükümlülüğü müdahaleci değil, yardımcı bir misyon üstlenmesidir.

Din-Devlet ilişkileri bağlamında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın geleceği ile ilgili karar, diğer inanç guruplarının görüşü de dikkate alınarak bizzat konunun muhatabı sıfatıyla Müslümanlar tarafından oluşturulmalıdır.

14.03.2012

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir