Geleneksel sapmadan modern sapmaya: Saltanat ve Muhafazakârlık
Müslümanlar tarih boyunca farklı iki ana çizgi ve uzantıları etrafında kümelendiler. Birincisi, dinin gayesine uygun olan adalet çizgisidir ki; hayatın bütün alanlarını kapsayan, esaslarını Kuran’ın belirlediği, Peygamber (as) tarafından uygulaması gösterilen modeldir. Her türlü inancın içinde yaşama imkânı bulduğu bu model hakkıyla uygulandığında adalet terazisi herkesin hakkını korur. Kimseyi dışlamaz ve ötekileştirmez.
Peygamber (as ) ve mirasını sürdürenler tarafından uygulanmış olması ve kısmen uygulandığında bile diğer sistemlerle mukayese edilemeyecek oranda üstünlüğe sahip olması; uygulanabilir olduğunu, ütopya olmadığını, hayatla bağının güçlü olduğunu gösteren önemli ve gerçekçi verilerdir.
İkincisi; adaleti, güç ve iktidarın payandası olarak göreceli hale getiren, din dünya ilişkileri dengesini dünyanın lehine bozan sistemdir. Hem Müslümanların hem de diğer toplumların en fazla tercih ettiği, tarih boyunca en uzun süre ayakta kalmış farklı adlarla da ifade edilen bu sistem saltanattır. İçinde bulunduğumuz çağda da bu eğilimin canlı örnekleri varlığını sürdürüyor. Saltanatçı eğilimler, yalnız monarşi yönetimleri içinde değil, demokrasi gibi çok daha iddialı yönetimlerin içinde de zemin bulmaktadır.
Saltanat, İslam’ın bütünlüğünü ve yönetim ilkelerini erken dönemden itibaren zedeleyen dünyevileşmeye dönük bir sapma olarak karşımıza çıkmıştır. Bu eğilimin ne denli yıkıcı olduğu ve işi nereye kadar vardırabileceği, Peygamberin (as) torununu hunharca katlettiren Yezitle ortaya çıkmıştır. Çocuk katlini meşrulaştırıp uygulayan Osmanlı padişahları da yüz kızartıcı olumsuz örnekler olarak Yezitle aynı kulvarda yerlerini almışlardır.
Hiç kuşku yok ki; varlığına kastedilen yalnız kişiler değil, insanlığın yegâne ümidi olarak İslam’ın bizatihi kendisi ve ana damarı hükmündeki adalettir. Şundan belli ki; Müslümanlar, yüzyıllardır Yezidin yaptıklarının bitmek tükenmek bilmeyen bedelini ödüyorlar. Diğer olumsuz örneklerle birlikte onun yaptıkları sürekli Müslümanların yüzüne ağır birer şamar gibi inip duruyor.
Saltanatın tahribatının ve tortularının yol açtığı devasa sorunların çözümü için ciddi bir çabanın ortaya konması beklenirken yeni sapmalar Müslüman zihni farklı boyutlardan kuşatıp tutsak almaktan geri kalmıyor. Güç ve iktidar dürtüleri, bu kez saltanatın modern yüzü olarak nitelendirilebilecek muhafazakârlık adıyla yeni bir sapmayı tetikledi.
İnsanlığa adeta yeni bir din gibi dayatılan küreselleşmeyle bütünleşmeyi zorunlu gören Müslümanlar, uyum sorunlarını muhafazakârlık üzerinden gidermeye çalışıyorlar. Güç ve iktidarın her sorunu çözebileceği iddiası onları bu eğilimin havarileri olmaya yöneltiyor. Bunun için, İslam’la muhafazakârlığın aynı olduğunu, eş anlam taşıdığını yayarak kitleleri yanıltıyor ve bilerek ya da bilmeyerek İslam’ı tahrif etme çabasına giriyorlar.
Bir tür muhafazakârlık olarak tanımlanabilecek olan saltanat; İslam’ın aşılmaz tezlerinin hükümsüz kalmasına ve hayatın dışına itilmesine neden oldu. Yine de teorik olarak İslam’dan kopmadığı için özellikle siyaset dışı alanlarda olumlu gelişmelere set çekmedi, hatta destek de verdi.
Muhafazakârlık öyle mi ki?
İlke ve kural tanımayan sömürü düzeninin çağdaş sürümü olan küreselleşmenin dışarıdan dayatmalarıyla oluşturulan muhafazakârlık hem teoride hem uygulamada İslam’ı dışlayan bir karaktere sahiptir. Din dışı sistemin bünyesinde türetilen bir yaklaşımdır. Modern din dışı paradigmanın cazibesine kapılan Müslümanların, İslam’la sahici olmayan bir bağ kurması için öngörülen bir sentezdir. Sahte bir dindarlık arzusunun dışavurumudur. Din’e, dindışının/sekülerliğin giydirilmesi ve eklemlenmesidir. İslam’ı bağlamından, iddialarından, tezlerinden ve bütünlüğünden koparma girişiminden başka bir şey değildir.
Oysa inananlar için geçerli olan İslam’ın kendisi ve kavramlarıdır. Muhafazakârlık İslam’ın dışında bir kavramdır ve İslam’la özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Olsa olsa küresel bir din oluşturma projesinin mensupları için öngörülmüş bir tanımlama olabilir.