Yaşanabilir Bir Dünya Mümkün
Yeryüzünde doğallığından koparılıp bozulmamış bir tek şey göstermek neredeyse imkânsız hale gelmiş olduğundan, durumu “Yeryüzünün Fesada Uğraması” kadar kapsamlı ve yerinde tasvir eden bir ifade bulmak mümkün olmasa gerek!
Yeryüzünde doğallığından koparılıp bozulmamış bir tek şey göstermek neredeyse imkânsız hale gelmiş olduğundan, durumu “Yeryüzünün Fesada Uğraması” kadar kapsamlı ve yerinde tasvir eden bir ifade bulmak mümkün olmasa gerek!
Zira yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, soluduğumuz hava başta olmak üzere gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz, kokladığımız, kullandığımız, hissettiğimiz, algıladığımız hemen her şey bu ifadeye haklılık kazandıracak birer kanıt hükmündedir. Hayatın sürdürülmesi için gerekli ve zorunlu olan her şey, yarardan çok zarar vererek ruh ve beden sağlığını tehdit eder hale gelmiştir. İnsanlar; yediğinden, içtiğinden, soluduğu havadan, kullandığı ilaçtan kuşku, korku, güvensizlik, şüphe ve tedirginlik duyuyor. Tüm canlıları birçok kez yok edecek kapasiteye ulaşmış kitle imha silahlarından belki de daha büyük ve sinsi bir tehlike dünyadaki tüm canlıları, hatta cansız varlıkları bile tehdit ediyor.
Öyle ki; genetiğiyle oynanarak kimyasal ilaç ve gübrelerle verimi arttırılan, ambalajlar ve reklamlarla çekici ve ayartıcı hale getirilen gıda maddelerinin neredeyse tümü zamana yayılmış birer zehir görevi ifa ediyor. Kirletilerek içilemez hale getirilen hayat kaynağı suların yerine renkli ambalajlarda sunulan katkılı içecekler bağımlılık oluştururken önlenemeyen hastalıklara yol açıyor. Doğal çevrenin tahribi, hava kirliliği, atıklar, kimyasal-biyolojik-nükleer silahlar, çarpık kentleşme ve daha birçok şey sağlığı bozuyor ve hayatı çekilmez kılıyor.
Yine çok yerinde bir ifadeyle söylemek gerekirse; “Arzularını İlahlaştıranlar”ın eseri olan modern uygarlık, sonu gelmeyen çatışma ve savaşlar planlayarak dünyayı adeta sürekli bir cehenneme çevirmekte ve kendilerine ait yalancı bir cennet oluşturmaktadırlar. Katliamları, soykırımları, yıkımları, savaş ve çatışmaları kendi toplumlarına refah taşımak için gerçekleştiriyorlar. İnsanlığını geri kalan büyük çoğunluğuna; kan, gözyaşı, talan ve yağma üzerine kurup geliştirdikleri sömürü düzenini değiştirilemez ve alternatifi olmayan bir kader gibi dayatıyorlar.
Yalnız insanlar değil, hayvanlar, bitkiler, hatta dağlar, ovalar, taşlar ve toprak gibi cansız varlıklar bile bu vahşet ve saldırganlıktan fazlasıyla nasibini alıyor. Sayısız hayvan ve bitki türü yok edildiğinden artık doğada görülemez oldu. Toprak verimini, çiçekler kokusunu, meyve ve sebzeler tadını, hava temizliğini kaybetti.
Cinsel sapmalar ve zinanın meşrulaşması ile tahrip olan aile düzeni neslin bozulmasına yol açarken ahlaki yozlaşma tavan yapmış bulunuyor. Uyuşturucu ve alkolün yaygın kullanımı akıl ve bilinci adeta iptal ediyor. Teknoloji ve internet başta olmak üzere eski-yeni sayısız bağımlılık giderek kitleselleşmekte ruh ve zihin sağlığı tedavi kabul etmez boyutta tehdit ve tahrip edilmektedir.
Dahası; ekonomi, gelir dağılımı, hukuk, adalet, eğitim, güvenlik, bilim, kültür gibi her biri devasa büyüklükteki alanlarda derinleşen sorunlar insanlığı içinden çıkılmaz çaresizlik ve çıkmazlara sürüklemiş bulunuyor.
Hal böyleyken; Müslümanlarla birlikte tüm Batı dışı toplumlar; sömürgeciler tarafından kutsal bir formda sunulan Modernlik, Aydınlanma, Bilim, Milliyetçilik, Ulus Devlet, Özgürlükler, İnsan Hakları, Kalkınma, Refah, Eşitlik, Demokrasi, Küreselleşme ve benzeri sahte hedeflere dayalı bir toplumsal düzen kurmayı kurtuluşun yegâne reçetesi olarak görüyorlar. Bu esaslara dayalı Yönetim, Eğitim, Hukuk, Ekonomi, Kalkınma, Güvenlik, Gelir Dağılımı ve diğer tüm alanlarda Batı’nın uygulamalarını hayata geçirmek için yarışıyorlar. Yeryüzünün dörtte üçünün sömürülmesine süreklilik kazandırmak için oyalayıcı ve hayali beklentileri köpürtmeyi amaçlayan “Muasır Medeniyet Seviyesine Ulaşma” tuzağına kasıtlı olarak itildiklerini fark etmiyorlar. Sömürgecilerin son beş yüzyılın aldatıcı ana teması ve gündemi haline getirerek yeryüzünün tüm kaynaklarını kendilerine refah üretmek için kullanmaya yönelik şeytani planlarının içinde yer alan “bizim gittiğimiz yolda ilerlerseniz bize ulaşabilir hatta geçebilirsiniz”yalanının peşinden sürüklenmekten vazgeçmiyorlar. Değerini yitiren, bir tür angaryaya dönüşen ve stratejik önemi kalmayan alanların kendilerine terk edilmesinden gelişmiş toplumların seviyesine ulaştıkları zannına kapılıyorlar. Oysa her defasında aradaki mesafenin korunduğunu, hatta açıldığını görmek istemiyorlar. Büyülenmişçesine; zihnen, aklen, ruhen bağımsızlıklarını kaybetmelerini, doğal bir gelişme süreci ve bilimsel bir sonuçmuş gibi niteliyorlar. Ama sonuç değişmiyor; köle-efendi, varlıklı-yoksul, zalim-mazlum ilişkisi sadece görüntü farkıyla aynı şekilde sürüyor.
Dindışı sistemin küresel egemenlik kurduğu bir zaman dilimindeki büyük fotoğrafın önümüze serdikleri bunlardan ibaret değil! Sayısız pek çok sorun daha var. Bunların en vahimi ise, bu küresel kuşatmaya son vermeye tek aday ve tek çare olma potansiyeli taşıyan İslam’ın da doğrultusundan koparılıp aynı amaca hizmet ettirilmek üzere hem de bizzat Müslümanlar eliyle yönlendirilmesi ve yozlaştırılmasıdır. Her türlü zulüm, haksızlık, adaletsizlik ve sömürünün kaynağı olan küresel hegemonyaya karşı olması gereken Müslümanlar, yeterli duyarlığa sahip olmadıklarından, bu çarkın; planlı, alımlı, süslü tuzaklarından kurtulmayı beceremiyorlar. Dönen devasa çarkın içinde yer alarak doğrultularını kaybediyor, yozlaşıyor ve kimliksizleşiyorlar.
Günümüzün Müslüman toplumları, ülkeleri, kurum ve kuruluşları, gurup ve cemaatleri, kanaat önderleri; İslam’ın değil, küresel organizasyonun önerdiği yol haritasına uygun hale getirilen İslam tasavvurunu rehber ediniyorlar. İslam’ın kaynaklarının ortaya koyduklarının yerine onların felsefesi, önerileri, söylemleri, projeleri ile sorunlarını çözmeye çalışıyorlar.
Böylece, ister istemez ve çoğu zaman farkına varmadan, alternatifi oldukları kurulu düzenin parçası haline geliyorlar. Yeryüzünde İslam’ın temsilcisi gibi duran ülkelere, topluluklara, kurum ve kuruluşlara uzaktan bakıldığında bunu çok açık biçimde görmek mümkündür. Müslümanların kıblesi Kâbe’nin yer aldığı, Hac ibadetinin yapıldığı, Peygamberin (as) makamının bulunduğu iki sembol şehrin içinde yer aldığı ve İslam Şeriatına göre yönetildiği iddia edilen ülkenin durumu başka örneğe ihtiyaç bırakmayacak kadar vahim bir tabloyu önümüze sermektedir.
Kendini İslam’ın bayraktarı olarak gören birçok ülke ne yazık ki bundan daha iç karartıcı bir görüntü sergiliyor. Bu ülkeler; Ulus Devletin en yüce değer haline getirdiği ırkçılık girdabında debelenirken, İslam’ı da ırkçılığı besleyen bir payandaya dönüştürerek tam da emperyal güçlerin arzularını tatmin ediyorlar. Günümüzde tavan yapan Arap, Fars, Türk ırkçılığı ve diğer Müslüman topluluklara nüfuz etmiş kavmiyetçilikler, çelişkinin bu kadarı da fazla dedirtecek bir akıl dışı tutumla; Allah’ın lanetlediği ırkçılıkla İslam’ı bütünleştiriyorlar. Yani, rahmanın elbisesini giydirdikleri şeytanın amelini meşrulaştırıyorlar.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, gözü dönmüşlerin ihtirasları ile cehenneme dönüşen ve Müslümanların da büyük ölçüde onlara tabi olduğu bu dünya hiç değilse yaşanılır hale nasıl getirilebilir sorusu büyük önem kazanıyor. Yaşanmakta olanlardan yakinen görüyor ve biliyoruz ki, dindışı tasavvurun bunu gerçekleştirmesi mümkün değildir. Peki, Din/İslam’ın buna cevabı nedir ve bu beklentiyi karşılayabilir mi?
İnsanın, “fesat çıkaran ve kan döken” bir varlık olduğu gerçeğini dikkate alan ve dünyada cennet vaat etmeyen yaklaşımıyla, İslam bunun mümkün olduğunu ortaya koymuştur. İyiyle kötünün mücadelesini insanın varlık nedeni olarak gören İslam’a göre, insan için asıl olan sınavın kazanılmasıdır. Bunun için, iyilikleri emrederken kötülüklerden kaçınmayı söz konusu sınavı kazanmanın anahtarı saymıştır. Oysa dindışı tasavvur; arzuların ve gücün belirleyici ve egemen olduğu, hesaba çekilmenin, sorumluluğun ve cezanın olmadığı bir hayat öngörmektedir. Bu durumda, iki sistem arasında oransal olarak büyük farkların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Birincisinde iyilikler çoğalırken kötülükler ister istemez azalacaktır. İkincisinde ise tersi olacaktır.
Öyleyse gerçekçi beklenti, tüm sorunların çözüldüğü değil, asgaride tutulduğu bir dünya olmalıdır. Bunu gerçekleştirmenin imkânları oluşturulabilir.