Şiddetten Çözüme Kürt Sorunu ve Çözüm Modelleri (MAZLUMDER II. KÜRT FORUMU İZNİK \ BURSA 17-18 KASIM 2012 4.Oturum)

 

Meselenin Gelişimi:

Kürtler Müslüman olmadan önce de sonra da; çoğunlukla şu anda yaşadıkları topraklarda yaşamışlardır. Yaşadıkları bölgenin sınırları, küçük değişiklikler dışında çok fazla değişmemiştir. Günümüzde en büyük nüfusu Türkiye ile birlikte Irak, İran ve Suriye’de belli bir nüfus oranına sahiptirler. Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’da da bir miktar Kürt nüfus bulunmaktadır. Bunları da dikkate alacak olursak yedi ülkede yaşayan Kürt nüfusundan söz edilebilir.

Tarihte Kürtlerin yaşadığı coğrafya, birçok kez büyük güçler arasında kalan bir tampon bölge işlevi görmüştür. Tek otoriteye bağlı yönetim biçimi yerine, çok otoritenin egemen olduğu bir yönetim biçimine sahip olmuşlardır. Özellikle İslam sonrası dönemde aşiret esaslı beylikler halinde yaşadıkları, kimi zaman birlikte hareket ettikleri, bazen de ayrılığa düştükleri kayıtlarda yer almıştır. Yavuz Sultan Selim’in Osmanlının önderliğinde İslam Birliğini sağlama hedefine Kürtler olumlu cevap vermişlerdir. İdris i Bitlisi’nin girişimleri sonucu, içişlerinde serbest olacak şekilde Osmanlı yönetimine girmeyi kabul etmişlerdir.

Bölgenin kadim ve yerli bir halkı olan Kürtlerin yaşadığı bu topraklara ilk defa Selçuklu Türkleri tarafından ‘Kürdistan’ adı verilmiştir. İslam coğrafyasında birçok yer ismi; o bölgede oturan halkın adına farsça bir ek olan ‘istan’ eklenerek türetilmiştir. Pakistan, Afganistan, Arabistan, Ermenistan, Gürcistan gibi… Müslüman ve diğer tarihçiler tarafından çokça kullanılan bu ismin Osmanlılar tarafından da yoğun şekilde kullanıldığı bilinmektedir.

Resmi belge külliyatı niteliğindeki ‘Osmanlı Kanunnameleri’nin birçok yerinde bu adla karşılaşmak mümkündür. (Osmanlı Kanunnameleri, A. Akgündüz, 1990)

Anadolu’nun işgalden kurtarılması için verilen mücadele yıllarında(1919-1923) bile Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir gibi önderler konuşma ve yazışmalarında hiçbir komplekse kapılmadan bu kelimeyi kullanmışlardır.

Savaştan sonra, Osmanlı sisteminin bir oldubittiyle Türk Milliyetçiliğine/Irkçılığına dayalı bir Ulus Devlete dönüştürülmesiyle ‘Kürdistan’ kelimesine ideolojik bir anlam yüklenmiş ve adeta recme tabi tutulmuştur. Masum bir coğrafi ad olan ‘Kürdistan’, Resmi İdeoloji bağlıları ve yandaşlarının baskısıyla uzun zaman sözlüklerden bile çıkarılmıştır. Akademik Araştırma yapanlar dahi bölgeyi başka kelimelerle ifade etmek durumunda bırakılmıştır. Kaynaklardaki orijinal ifadeleri aktarmaktan özellikle kaçınmışlardır. Kaynakları ve gerçekleri değiştirmeden aktaranlar, İsmail Beşikçi örneğinde olduğu gibi uzun süren mahkûmiyetlerle yaşamak zorunda kalmışlardır.

Bediüzzaman’ın eserlerinde Said i Kürdi olan adı Said Nursi, ‘Kürdistan’ kelimesinin ‘Vilayat ı Şarkiye’ olarak değiştirilmesi; dikkate değer bir örnek olarak hafızalarda yer almıştır. Özgür bir ortama girildiği bu dönemde bile, İslamî kesimin benzer kavramları kullanmaktaki ürkekliği şaşılacak bir tutumdur. Üstelik Türk ve Müslüman sıfatına sahip Selçukluların ürettiği bu orijinal adlandırmalardan kaçınmak; hem bir çelişki, hem de geleceğe dair ümitleri tırpanlayan bir cesaretsizlik örneği olarak nitelendirilebilir. Aynı oranda bir özgüven yoksunluğu ve inandığının arkasında duramama zaafıdır.

Meselenin Gelişimi 2

Yapılan araştırmalar; Kürtlerin yaşadıkları coğrafyada hem İslam öncesi, hem İslam sonrasında bazı devletler kurduklarını ortaya koymaktadır. İslâm sonrasında; Büyük Lor, Dilemiyan, Hasnaviler, Şeddadiler, Hazbaniler,  Mervaniler ve Eyyubiler kurulan Kürt Devletleridir.

Bunun yanında, 19. Yüzyıla kadar varlığını sürdüren Kürt Beylikleri bulunmaktadır. Erdelan, Hekari, İmadiye, Cezira Botan, Bidlis, Palo, Çermik, Çemişkezek, Sason, Hizan, Hasankéf, Kilis, Şirvan, Zırkan, Sıvidi, Silvan, Soran, Baban bunların başlıcalarıdır.

Çoğu zaman merkezi bir devlete bağlı olmadan Kürtlerin aşiretler halindeki yaşadığı coğrafya, kimi dönemlerde büyük güçler arasında paylaşılmıştır. Tampon bölge gibi arada kaldığı da olmuştur.

Selçuklular, Anadolu’ya yönelik göç sırasında, Kürtlerle ilişki kurumuşlardı. Yerli bir halk ve yerleşik düzene sahip olan Kürtler, daha önce Müslüman olduklarından Dinî ve ilmî açıdan daha ileri bir konumdaydılar. Bölgeye yeni gelen Selçuklu Türklerine yol gösterdiler, yardımcı oldular. Böylece yurt edinmeye başladıkları Anadolu’ya daha kolay yerleşmelerine destek oldular.

TürkKürt Dayanışması olarak adlandırılmayı hak eden bundan sonraki süreç, kalıcı bir birlikteliği ifade etmektedir. On yüzyıllık bir tarih, bu topaklarda iki halkın bir arada yaşamasına ve ortak işler yapmasına tanıklık etmiştir. Dayanışmayı güçlü kılan temel unsur ise, iki halkın aynı Din’den beslenmesidir.

Konunun kanıtı hükmündeki önemli gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz:

Birincisi: Kürtler, büyük bir askeri güçle Malazgirt Savaşında Selçukluları desteklemişler, böylece Anadolu’nun kapılarının Türklere açılmasına vesile olmuşlardır. Bu yeni ve önemli başlangıç tarihin seyrini değiştiren bir hamle olmuştur. Malazgirt Savaşındaki fiili işbirliği ile kritik bir eşik geçilmiş ve Türkler Anadolu’da göçebelikten yerleşik hayata geçmişlerdir. İslam Medeniyetinin Selçuklu ve Osmanlı dönemleri, Müslümanların Roma karşısındaki bu galibiyetinin ardından hayat bulmuştur.

İkincisi: Safevi tehlikesini ortadan kaldırıp İslam Birliğini kurmak isteyen Osmanlı, bunun için ilk ittifakı Kürtlerle kurmuştur. Daha önce Safevi baskısı altındaki Kürt Beylikleri Osmanlı’nın etrafında birleşerek, Safevileri Anadolu ve Kürdistan topraklarından çıkarmışlardır. Böylece başta Hicaz ve Mısır olmak üzere İslam Dünyasının kapıları Osmanlıya açılmıştır.

Üçüncüsü: Yavuz Sultan Selim, Kürtlerin desteğiyle Kahire seferini gerçekleştirerek İslam Birliğinin sembolü olan Hilafeti İstanbul’a taşımıştır. Aynı zamanda Müslümanlar adına Harameynin yönetimini de üstlenmiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı, İslam Dünyasını fiilen yönetmiş ve tüm Dünya Müslümanlarına liderlik yapmıştır. Bunda Kürtlerin önemli bir paya sahip olduklarına kuşku yoktur.

Dördüncüsü: Türk-Kürt Dayanışmasının önemli bir kesitini Rus İşgali ve Ermeni Devletinin kurulması girişimleri sırasında görmekteyiz. Milliyetçi akımların bütün etnik topluluklar arasında büyük heyecan doğurduğu dönemde, Ermeniler de bağımsız bir devlet için hareketlenmişlerdi. Dünyayı sömürgeleştirmek amacında olan Batılı güçler, öncelikle Osmanlıyı bir Dünya Devleti olmaktan çıkarmak gerektiğini biliyorlardı. Milliyetçiliğin bu yolda onlara büyük fırsatlar oluşturacağının farkındaydılar. Bundan dolayı, başta gayrimüslim unsurlar olmak üzere Osmanlı himayesinde bulunan bütün etnik grupları kışkırtıyorlardı. Yunanistan’ın 1830’da bağımsız bir devlet olması sonun başlangıcı sayılabilir. Bunun ardından peş peşe Balkanlarda ve Ortadoğu’da birçok yeni devlet kuruldu.

Osmanlı, çözülmeyi ve dağılmayı önlemek için bütün gücünü seferber etmiş, birçok cephede savaşıyordu. Ancak kaybeden taraf olmaktan kurtulamıyordu. Bu kritik aşamada yine Kürtlere başvurarak yaşadıkları topraklara sahip çıkmalarını ve aynı topraklarda bir Ermeni Devletini engellemelerini, ayrıca Rus işgaline karşı Doğuyu korumalarını istemişti. Bu amaçla Hamidiye Alayları adıyla Kürt aşiretlerinden ciddi bir askeri güç oluşturuldu.

Böylece; (a) Ermeni Devleti’nin kurulması engellendi, (b) Rus İşgaline geçit verilmedi, (c)Kürtlerin Milliyetçi akımların etkisinde kalarak ayrılıkçı bir harekete yönelmelerinin önüne geçilmiş oldu.

Beşincisi: Birinci Dünya Savaşının ardından Anadolu’nun işgaline, bu topraklarda yaşayan Türklerden, Kürtlerden ve diğerlerinden oluşan Müslüman Ahali tarafından son verildi(Milli Mücadele, Kurtuluş Savaşı). Bu birliktelik olmasaydı, belki Anadolu’daki topraklar da elden çıkmış olabilirdi.

Türklerin Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bir dünya gücü olmak için geliştirdikleri stratejilerin içinde Kürtlerin önemli bir role sahip oldukları ifade edilebilir. Çöküş ve dağılma dönemlerinde de aynı birliği sürdürmüşlerdir.

Tek istisna; Din’in belirleyiciliğine son veren Lozan sonrasında Devleti ele geçirenler tarafından kurulan UlusDevlet dönemidir. Kürtler, tarih boyunca ortaya koydukları dostluğa karşılık bu dönmede düşman konumuna oturtuldular. Yakıcı hale gelen Kürt Meselesi bu uygulamanın sonucudur.

 

 

Barıştan Çatışmaya

 Söz sırası gelmişken, yüzyıllarca bir arada yaşayan Kürtlerle Ermenilerin düşmanlığa dönüşen ilişkilerinden söz etmeden geçmek olmaz.

Ermeniler arasında başlayan ulusalcı eğilim, 19. Yüzyıl boyunca süren Osmanlı Rus Savaşlarına paralel olarak güç kazandı. Osmanlı’yı etkisizleştirmek için Din Birliği unsurunu da kullanan Rusya ve Batı, Ermenilerin ve diğer Hıristiyanların hamiliğine soyundu. Onları Osmanlı’ya karşı kışkırttılar.

Kürtler, Müslüman olmaları hasebiyle kendilerini Devletin sahibi olarak görüyor, bu topraklarda gayrimüslimlerin güç kazanmasını ve bir Ermeni Devletinin kurulmasını istemiyorlardı. Batılıların Osmanlı topraklarını ele geçirip egemenlik kurmasına da her bakımdan olumsuz bakıyorlardı. Başta Türkler olmak üzere Müslümanlarla sahip oldukları ortak Din, Tarih, Kültür ve Değerler bu birlikteliğin sürmesini gerektiriyordu. Batılıların ve bölgedeki Ermeni, Süryani gibi gayrimüslimlerin bölgedeki muhtemel hâkimiyeti Kürtleri çok yönlü tedirginliğe sevk ediyordu. Bunun için yüzyıllardır yaptıklarını tekrarladılar ve bütün güçlerini Müslümanların elindeki toprakları korumak için kullandılar.

Ermeni ve diğer gayrimüslimlerin ayrılıkçı hareketlerine karşı durdular, gerektiğinde onlarla çatıştılar. Başarılı olmamaları için gerekli her tedbire başvurdular. Aynı zamanda Rus İşgaline karşı devleti ve yaşadıkları toprakları savundular.

Gayrimüslimlerle ilk çatışmalar Ermenilerden önce Kürtlerle Süryaniler arasında 1843 ve 1846’da Hakkâri’de meydana geldi. Bölgedeki Patrikhaneye İngiliz Bayrağı çekilmesi üzerine Hakkâri Beyliğine mensup Kürtler, bunu bir işgal hareketi olarak değerlendirdiler ve Süryanilere saldırdılar. Çatışmalar katliama dönüştü.

Ermenilerle Kürtler arasındaki kitlesel çatışmalar ise 1894 Sasun Direnişi sırasında başladı. Daha sonra değişik yer ve zamanlarda bu çatışmalar devam etti.

Birçok cephede savaşan Devlet; Kürdistan ve Ermenistan topraklarının savunmasını Hamidiye Alayları ve benzeri yerel Kürt güçlerine bırakmıştı. Bunun için, Kürt aşiretlerinden oluşan ve Devletin aldığı kararları uygulaması istenen bu güçler, bölgede Ermenileri durdurmaya çalıştılar. Olaylar önlenemeyince, Devlet, onları yurtlarından çıkarmak üzere TEHCİR kararı aldı. Uygulamasını da bölgede Devletle işbirliği yapan söz konusu yerel güçlere yükledi.

Soykırım tartışmalarına yol açan Tehcir kararının sorumluluğu zamanın İttihat ve Terakki Hükümetine aittir. Uygulamadan kaynaklanan sorumluluk ise, hangi konum ve seviyede olursa olsun bu trajedinin yaşanmasına bulaşan Kürtlere aittir. Kararı verenin de uygulamayı gerçekleştirenin de bu suçta ortak olduğunu söylemek vicdan ve adaletin gereği olsa gerektir.

Elbette; sömürgeciliği geliştirmek amacıyla milliyetçiliği/ırkçılığı Dünyanın başına bela eden, bununla etnik ayrılıkları tahrik eden, Misyonerliği bunun için istismar aracı yapan, özelde barış içinde yaşayan Kürtlerle Ermenilerin birbirine düşman olmasına neden olan sömürgeci Batı’nın öncelikli suçlu olduğu gözden uzak tutulamaz.

Öte yandan; Batı’nın ürettiği milliyetçi/ırkçı dalganın, İslam Coğrafyasında dinî ve etnik guruplar arasındaki ilişkileri onarılamaz biçimde bozduğunu görüyoruz

Sözde Savaşın galibi olarak barış görüşmelerine oturan Osmanlı Bakiyesi Devlet; Lozan dayatmasıyla ‘Türkiye Cumhuriyeti’ adıyla bir Ulus Devlete dönüşmüştü. Topyekûn Müslüman Ahalinin meydanda kazandığı savaş, masa başında Devletin tüm geçmişi ve değerleriyle bağlarını koparmasıyla sonuçlanmıştı.

Öyle ki; Türklerle Kürtler arasındaki ilişkiler, Lozan sonrasında benimsenen ırkçı ideoloji nedeniyle büyük darbe aldı.

Günümüze kadar etkisini sürdüren bu darbe; büyük sarsıntılara, acılara, savrulmalara, düşmanlıklara, cinayetlere, çatışmalara, hukuksuzluklara yol açtı.

Başta Müslümanlara ve Kürtlere ait sorunlar olmak üzere, günümüze kadar katlanarak gelen temel sorunlar, doğal olmayan bu dönüşümün sonuçlarıdır.

Birinci Dünya Savaşı sonunda gayrimüslimlerle yaşanan olumsuzlukların bir benzerini, bu kez Müslümanlar kendi aralarında yaşar oldular.

Ulus Devletin kurulmasının en önemli sonuçlarından biri, Türk-Kürt Dayanışmasının son bulması ve yerini Kürt düşmanlığına bırakmasıdır.

Yeni Devletin,  Din dışı(Din karşıtı)ve Ulusçu iki temel karakterinden hem Müslüman olmaları, hem etnik farklılıkları nedeniyle en fazla baskı ve zulme maruz kalan Kürtlerdir.

Osmanlı himayesinde bütünlüğü korunan Kürdistan’ın Birinci Dünya Savaşı sonucunda dört parçaya bölünmüş olmasından dolayı Kürtler ciddi endişeye kapıldılar. Ardından kurtuluşu için savaştıkları Devletin onları düşman konumuna oturtmasının doğurduğu şaşkınlık ve çaresizlikle büyük bir travmanın içine sürüklendiler.

 

Kardeşlikten Düşmanlığa

Kütlerle Türkleri, hatta Müslüman olmayan unsurları bir arada tutan güç, İslam’ın adalet esaslı çoğulcu sistemi idi. Aksaklıklara rağmen temelleri korunabilen ‘Bir arada Yaşama Sistemi’, Batı’nın hiçbir zaman keşfedemediği imkânlara sahipti/r.

On dokuzuncu yüzyılda, çıkar ve baskı aracına dönüştürerek kitleleri uyuşturan Kilisenin yaklaşımından hareketle Din’i, tüm kötülüklerin kaynağı olarak gösteren Pozitivizm, geniş bir yayılma alanı buldu. Sadece fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan din dışı bilim anlayışına sahip olan bu akım büyüleyici bir atmosfer oluşturdu.

Din adına sömürülmekten ve hurafelerden yorulmuş olan insanlar, somut gerçekliğe çağıran bu yeni akıma hayranlık duydular. Bilimi, Din’in yerine ikame etmeyi amaçlayan bu felsefenin anayurdu olması hasebiyle Batı’ya büyük prestij kazandırdı.

Batı, böylece hayal ettiği muazzam sömürü zeminini yakalamış oldu. Pozitivizmden beslenen din dışı sistem, yedeğine aldığı milliyetçilik, hürriyet, müsavat, terakki, refah, teknoloji gibi ayartıcı söylemlerle yeryüzünde karşı konulmaz dönüşümlerin yaşanmasına yol açtı.

Bundan en çok İslam Kültür ve Medeniyetinin, iç dinamizmini yitirmiş son temsilcisi olan Osmanlı Devletinin etkilendiği söylenebilir.

Batının istediği de buydu zaten. Karşısında kendisini durdurabilecek bir dünya gücü istemiyordu. Osmanlı’nın dağılması için gösterdiği büyük çaba sonunda başarıya ulaştı. En önemli engel ortadan kalkmıştı.

Bir Paylaşım Savaşı olan Birinci Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı geniş topraklarını kaybetti. Elinde, çoğunluğunu Türklerle Kürtlerin oluşturduğu topraklar kalmıştı. Başka bir anlatımla, Türklerin yanında büyük kitle olarak sadece Kürtler bulunuyordu. Misakı Milli ile belirlenen bu toprakları, Kürtler ve Türklerden oluşan ‘Osmanlı İslam Çoğunluğu’ birlikte sahiplendiler ve savundular. Böylece Osmanlı Bakiyesi Devleti bin bir zorlukla ayakta tutmayı başardılar.

Kürtler de ayrılık rüzgârına kapılıp içinde yer almasalardı, bırakın başarmayı, bu mücadelenin yapılması mümkün olmazdı. Zira Milletçe işgale karşı başlatılan hareketin temelleri Kürtlerin ağırlıklı olduğu bölgede atıldı. Anadolu’nun batısı zaten büyük oranda işgal altındaydı ve direnme imkânını yitirmişti.

‘Hilafet, Saltanat, Vatan ve Milletin Kurtuluşu ve Bağımsızlığı’ için kararlar, Kürt İlerinin yoğun katılımıyla ve Doğudaki Erzurum ve Sivas kongrelerinde alındı ve hareket buradan başlatıldı.

Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen İstanbul, konunun hassasiyetini bildiği için gerekli tedbiri almayı ihmal etmedi. Bunun için Amasya’ya gönderilen Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Heyeti Temsiliye adına Mustafa Kemal, Rauf Bey ve Bekir Sami Bey arasında bir protokol imzalandı. 20-22 Ekim 1919 tarihli Amasya Protokolü ile Kürtlerin ortaklığı ve hakları teyit edildi ve taahhüt altına alındı.

1920’de toplanan Birinci Meclis’in çıkardığı yasalar ve 1921 Anayasası, konuyla ilgili güvenceleri hükme bağlamıştı.

Bundan dolayı Mustafa Kemal; savaşın bittiği 1923 başında İzmit’te yaptığı basın toplantısında, 1921 Anayasasının Kürtlere yerel özerklik hakkı tanıdığını ve bunu kullanabileceklerini ifade etmişti

Lozan’a kadar, başta Mustafa Kemal olmak üzere, hareketi yürütenlerin beyanlarında ve Meclis kararlarında; Kürtlerle ilgili hiç bir olumsuzluğa rastlamak mümkün değildir. Tersine, Kürtlerin asli unsur ve eşit haklara sahip olduğu sık sık vurgulanmıştı.

Konuya referans gösterilebilecek başka birçok beyan ve belgeler de ilgili kaynaklardan ulaşmak mümkündür.

Misakı Milli sınırları, ‘Türklerin ve Kürtlerin Vatanı’ olarak Lozan’a götürüldü. Musul, Kerkük bölgesi ile Suriye’nin kuzeyinin, yani Kürtlerin yaşamakta oldukları toprakların, tartışmasız Türkiye’de kalması gerekiyordu. Kürt nüfusun çoğunluk olduğu yerlerin, Türkiye’ye kalacağı ile ilgili Lozan’da bir ilke kararı da alınmıştı. Bu nedenle Heyet Başkanı İsmet Paşa, bu bölgelerde Kürt nüfusun fazla olduğunu gösteren delilleri konferans sırasında hararetle dile getirmişti.

Buna rağmen; İngilizlerin isteğine karşı koyamayan Lozan Heyeti, Kürt Coğrafyasının önemli bir kısmının Irak ve Suriye’ye terk edilmesine razı oldu.

Dahası; bunu kabul etmeyen Birinci Meclis, usulsüz bir şekilde ve oldubittiye getirilerek feshedildi. Bu anlaşmayı kabul edecek yeni bir Meclis seçtirildi.

Anlaşma ile Kürdistan Coğrafyası bütünlüğünü kaybetti ve fiilen üç parçaya bölündü.

Ardından, Savaşı Türklerle birlikte kazanan Kürtler, Lozan’da esasları belirlenen yeni Devlet tarafından red ve inkâra tabi tutuldular. Yok sayıldılar ve bütün insanî, etnik, sosyal, hukuki ve kültürel hakları ellerinden alındı.

Bütün sözler, taahhütler, beyanlar, belgeler Lozan’la birlikte hükümsüzlüğe mahkûm edildi.

Toplumsal meşruiyet olmaksızın Devleti ele geçiren ve Türk Milliyetçiliğini Resmi İdeoloji haline getirenler, deyim yerindeyse Kürtleri arkadan vurdular.

Lozan’da alınan en vahim karar; bölünmeyi engelleyen, Bir arada Yaşamayı sağlayan ve bütün etnik ve dinî hakları güvence altına alan İslam’ın, devlet ve toplum hayatından bütünüyle çıkarılmasıdır.

Bu karar; Türkleri de Kürtleri de çok derinden sarsan ağır sonuçlara yol açtı.

İslam’ın şekillendirdiği Türk kimliği, dindışı bir kimlikle yer değiştirmek zorunda kaldı. Yüzyılların birikimi ile yoğrulmuş olan bu kimlik içi boşalmış etnik bir tanımlamaya indirgendi. Anlamını, değerini ve güvenilirliğini yitirdi. İslam Kültür ve Medeniyetinin dışına çıkarıldı, ama Batı tarafından da kabul görmedi. Geçmişin reddi üzerinden yeniden İnşa edilmek istenen bu kimlik, kişiliği olmayan nevzuhur bir ucubeye dönüştü.

Belirleyici hale gelen Türk milliyetçiliği/ırkçılığı, Kürtleri ve diğer toplulukları düşman gören bir paranoyaya saplandı. Bu hal, toplumun; ruh ve zihin sağlığının bozulmasına, savrulmalara, dengesizliklere yol açtı.

Alınan köklü kararların arka arkaya ve altı ay içinde akıl almaz bir hızla uygulamaya konulmasının oluşturduğu şok Türkleri de Kürtleri şaşkına çevirdi:

29 Ekim 1923’te Cumhuriyet Kuruldu. 03 Mart 1924’te Müslümanların Siyasi ve Dinî birliğini sağlayan Hilafet Kaldırıldı. 03 Mart 1924’te Din’e dayalı eğitime Tevhidi Tedrisat Kanunu ile son verildi. 03 Mart 1924’te Şeriye ve Evkaf Vekâletinin İlgası ile Din Devletin Egemenliği altına alındı. 20 Nisan 1924’te Toplumsal İradeyi Temsil Eden 1921 Anayasasının yerine Yeni Anayasa kabul edildi.

Görüldüğü üzere, önce Devletin Din’le olan ilişkisi köklü biçimde sonlandırıldı. Din’in toparlayıcı rolü ortadan kaldırıldıktan sonra diğer alanlar hızla çözüldü.

Bütün Dinler ve inançlar, bütün etnik unsurlar, bütün farklı fikirler; rejimin doğal düşmanı sayıldı. Düşman listesinin başına Müslümanlar ve Kürtler yerleştirildi. Kürtler; hem farklı bir etnik yapıdan, hem Müslüman olmalarından dolayı iki defa mahkûm edildi.

Yeni rejime karşı ilk başkaldırının Müslüman ve Kürt kimliğine sahip Şeyh Said önderliğinde gerçekleşmesi tesadüfî değildir. Katlanmış bu ikili baskının dışavurumu olarak nitelenebilir. Zira Şeyh Said; hem Din’in tasfiyesine karşı çıktı, hem de Din’in güvence altına aldığı Kürt haklarının gasp edilmesine karşı çıktı. 

Öyle ya! Allah; bütün varlıkların, bütün inanç sahiplerinin, bütün etnik gurupların, bütün canlı ve cansız varlıkların hakkını savunma görevini Müslümanlara yüklemişti. Şeyh Said, farkında olduğu bu misyonu yerine getirmenin çabasındaydı.

 

Şiddetin Bedeli Şiddet

 Toplumun iradesini yok saymakla kalmayıp karşısına alan bu kadar köklü ve büyük değişikliği, hem de altı ay gibi kısa bir zamanda hayata geçirmek, kabul etmek gerekir ki, olağanüstü bir başarıdır. Kitle desteği olmadan bu dönüşümleri gerçekleştirmek, kimilerinin ifade ettiği gibi, ‘devrim’ olarak nitelenebilecek kadar köklü ve kapsamlıdır.

Toplumun, uğruna savaştığı amaçlara düşmanlık yapan bir rejimi kabullenmeyeceği önceden belliydi.

Bu nedenle baskı, dayatma ve şiddete başvuruldu.

Yönetim, askerlerin elindeydi ve ‘rejimi koruma ve kolama görevi’ başından itibaren Silahlı Kuvvetlere verilmişti. Sonraki darbelerden aşina olduğumuz bu görev tanımı, Cumhuriyet tarihi boyunca rejimin temel dayanağı olagelmiştir. Askerler, aynı gelenekten beslendikleri İttihatçıların şiddete dayalı yöntemlerine başvurmakta sakınca görmüyorlardı.

Önemli olan Devleti ve iktidarı ele geçirmekti. Makyavelist bir mantıkla bütün yolları meşru kabul ediyorlardı.

Nitekim Mustafa Kemal’in o yıllarda bu sebeple birkaç kez çizgi değiştirdiğini biliyoruz:

Önce, bir Osmanlı Paşası sıfatıyla Saltanata, Hilafete sadakatini ortaya koymuştu. Bunun üzerine Sultan Vahdettin onu, olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya göndermişti. 1919-1923 dönemi boyunca Din’e bağlı bir Müslüman gibi hareket etmişti. Hilafet ve saltanatı kurtarma gayesine sadık olduğunu hissettirmişti. O kadar ki; kaynaklarda yer alan beyanlarında radikal bir Müslüman profili çizdiği kolaylıkla görülebilir.[1]

Bolşevik İhtilaline ve sosyalist fikirlere de yakınlık duyduğu bir dönem geçirdiği de bilinmektedir.

Savaş sonrasında ise; cephede düşman olarak savaştığı Batı’nın yanında yer almış ve onların isteklerine uygun bir devlet sistemi inşa etmeye önderlik etmiştir. İslam’ı, Hilafeti ve Saltanatı savunan Mustafa Kemal, bu kez Din’e şiddetle karşı duran bir tutum takınmıştır.

Din’i etkisizleştirmek ve rejimi kalıcı hale getirmek için şiddet dahil her tedbire başvurmuştur.

Cumhuriyet Tarihi boyunca yapılanların şiddetle ilişkisini gösteren şu örnekler yeterince fikir sahibi olmamızı kolaylaştıracak niteliktedir:

1923’te Muhalif olması nedeniyle Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey Katledildi. 1920–1961 yılları arasında 11’i İstiklal Mahkemeleri tarafından olmak üzere toplam 16 milletvekili idam edildi.

1925’te Şeyh Sait Ayaklanmasında sayısız insan katledildi. Şeyh Said ve 59 kişi idam edildi.

1926’da Şapka Kanununa muhalefet gerekçesiyle İskilipli Atıf Hoca ve çok sayıda kişi idam edildi.

1926’da İzmir Suikastına katıldıkları şüphesiyle bir gurup insan idam edildi.

1930’da Menemen Hadisesi bahanesiyle 37 kişi idam edildi.

1930’da Zilan Ayaklanması’nda 15.000 kişi katledildi.

1937’de Dersim’de yaklaşık 50.000 kişi katledildi, Seyyid Rıza ve arkadaşları idam edildi.

1960’ta Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları idam edildi.

1972’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 1980’de 16 sol görüşlü idam edildi.

1980- Sağ görüşlü 8 kişinin idam edildi.

1980 sonrasında devlet eliyle işlenen 17.000 Faili Meçhul cinayet işlendi.

PKK ile Devlet güçleri arasındaki çatışmalar 40.000 kişinin hayatına mal oldu.

Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, A.Taner Kışlalı cinayetleri; Eşref Bitlis, Bahtiyar Aydın, Turgut Özal ve Adnan Kahveci’ye düzenlenen suikastlar; Rahip Santoro ve Hırant Dink’in öldürülmesi, Zirve Kitapevi Katliamı devletin yargısız infazları listesinde yer aldı.

Son halka, Uludere’de 34 vatandaşın Devlet tarafından öldürülmesidir.

Bu katliamlar dışında rejime muhalif olma potansiyeli taşıyan herkes; Kürt, Müslüman, Sosyalist, Gayrimüslim ve diğerleri baskı, zulüm ve işkenceye maruz kaldı.

Diyarbakır Cezaevi ve diğer yerlerde uygulanan vahşet ve insanlık dışı işkenceler rejimin kimliğini ortaya koyan unutulmaz belgeler olarak anılmayı hak ediyor.

Bunca olay ve mağduriyete rağmen Devlet; vatandaşlarının hak, talep ve beklentilerini baskılamaktan vazgeçmedi. Çeşitli kesimlerin meşru hak taleplerini güç kullanarak ve cezalandırarak red etti.

Bu baskılar, toplumsal kesimleri farklı tavırlar içine girmeye yöneltti:

Müslümanlar; Şeyh Said Ayaklanmasından sonra, büyük ölçüde dirençlerini kaybettiler. Savruldular ve sistemin karşısında durmak yerine yanında durmayı seçtiler. Taviz vermeyi, Devlet karşıtlığına tercih ettiler. Risk almayan, bedel ödemeyi gerektirmeyen bir yöntem geliştirdiler. Bu da çoğu zaman, inandıklarıyla çelişir bir pozisyona kaymalarına yol açtı. Giderek yaşadıkları gibi inanır oldular. Din’in ölçülerinden çok, şartların baskılarına boyun eğdiler. Sağcı-milliyetçi-devletçi dindarlara dönüştüler.

Kürtlerin bir kısmı; Türk Milliyetçiliğini dayatan Resmi İdeolojiye karşı çıktı. ‘Ezilen Ulusların Kurtuluş İdeolojisi’ olarak ortaya çıkan Sosyalizmi sahiplendiler.

Modern eğitim almış Kürtlerin tamamına yakını; önceleri Türk Solu, sonra Kürt Solu içinde yer aldılar.

Marks’ın ‘Din kitlelerin afyonudur’ düşüncesinin etkisinde, yaşadıkları sorunlardan İslam’ı sorumlu tuttular. Geri kalmalarının sebebi olarak gördükleri Din’e karşıtlıkta Devletle aynı yerde durdular.

Türk Solundan Kürt Soluna geçiş yaptıktan sonra daha büyük baskılarla karşılaştılar.

Devlet; red, inkâr ve asimilasyonu sürdürmekteki ısrarından vazgeçmeyince, Kürtler için iki seçenek kalmıştı:

Birincisi: Sürdürülen bu politikalara ve Kürt halkının eriyip yok olmasına razı olmak. Nitekim bazı kesimler bu konuda umursamaz davrandılar. Ne olup bittiğini irdelemediklerinden tam olarak anlamdılar ve Devletin yaptıklarına teslim oldular.

İkincisi: Legal yollardan mücadele seçeneği olmadığı için silahlı mücadeleyle bu politikalara karşı durmaktı. Aslında Devlet, bütün yolları kapattığı için, adeta silahlı mücadeleyi tek seçenek olarak dayatıyordu.

1925’teki Şeyh Said Ayaklanmasından sonrasını başlangıç kabul etsek 1984’e kadar geçen elli beş yıl boyunca devlet baskıcı politikalarından vazgeçmedi. Devlet; hem meseleyi çözmek istemiyor, hem de olayları kışkırtmaya, tırmandırmaya neden olacak uygulamalara yenilerini eklemekten geri durmuyordu:

1980 darbesi ile birlikte Diyarbakır Cezaevindeki korkunç işkenceler; Kürt Coğrafyasının köy ve mezralar dâhil her yerinde insanlık onuruyla bağdaşmayan baskı, şiddet ve hakaretlere başvurulması; ‘Faili Meçhul’ adıyla devletin bilgisi ve azmettirmesiyle işlenen cinayetler ve benzer uygulamalar silahlı mücadeleyi zorluyordu.

Öyle de oldu! PKK, 1980 darbesinden sonra sistemli bir silahlı mücadele başlattı.

Telafisi imkânsız maddi ve manevi kayıplara neden olan bu silahlı mücadele, halen sürüyor. Bu süreç içinde Devlet, haksız politikalarından vazgeçip çatışmayı durduracağına, baskıları arttırarak çatışmaları daha çok tırmandırmayı sürdürdü.

Kürtler silahlı mücadeleyle risk aldılar, ağır bedeller ödediler ve zorlu bir süreçten geçtiler. Devleti zorladılar ve önemli sonuçlar elde ettiler. Hatırı sayılır iyileştirmelere yol açan adımların atılmasını sağladılar.

Kürt Meselesini hem ülke, hem uluslar arası gündeme taşımayı başardılar. Silahlı mücadeleye paralel yürüttükleri siyasi çabalar, kitlesel desteğin giderek artmasını sağladı. Diasporadaki Kürtler, konuyu özellikle Avrupa’nın ilgi ve desteğini alacak bir seviyeye taşıdılar.

Artık çok yönlü ve örgütlü bir güç haline gelmiş bulunuyorlar.

Toplumu şiddetin çirkin yüzüne mahkum eden Devlet, bu sorunu daha fazla çözümsüz bırakamaz.

Halkın boğazından kıstığı vergilerle yürütülen ve Anadolu çocuklarının canlarına mal olan bedellerle çatışmayı daha fazla sürdüremez. Bunda ısrar ederse sorunun altında kalır, varlığı tehlikeye girebilir.  Daha kötü sonuçlar yaşanabilir.

 

Çözümün Şifreleri

Çözüm, büyük ölçüde yukarıda anlattıklarımızın içinde saklıdır. Zaten meselenin geçmişini ve arka planını ortaya koymanın amacı da budur.

Çözümün ana şartı; yapılan yanlışları tespit etmek, bunlardan vazgeçmek, yerine doğruları koymaktır. Bu, aynı zamanda meseleyi doğru teşhis etmek demektir.

Öncelikli şartı ise Devletin çözüm istemesidir. Devlet bu iradeye hakkıyla sahip olmazsa, kim isterse istesin, bütünlük bozulmadan, ayrılık olmadan çözüm gerçekleşmez. Anahtarın Devletin elinde olduğu hususunun iyi anlaşılması son derece gerekli ve önemlidir.

Mücadele veren Örgütün veya diğer toplumsal güçlerin istemesi ve Devleti zorlaması çözümü destekleyici ve hızlandırıcı olarak elbette anlamlı ve gereklidir. Ama sonuca gitmek için yeterli değildir. Günümüzdeki durum, bunun en açık göstergedir.

Herkes, sorunun devlet tarafından çözülmesini bekliyor.

Öte yandan, çözüm söz konusu olduğunda şu tespitleri göz önünde bulundurmanın konunun doğru anlaşılmasına katkısı olacaktır:

Anadolu’nun işgal altında olduğu 1919-1923 yılları dâhil Cumhuriyetin Kurulduğu 29 Ekim1923’e kadar varlığını sürdüren Osmanlı sisteminde tüm etnik ve doğal haklar korunmuş, baskı ve müdahaleye uğramamıştır.

Buna karşılık Anadilin kullanılması başta olmak üzere; tüm sosyal, kültürel, hukuki, siyasî, dinî ve diğer haklar Cumhuriyet’le birlikte red ve inkâr edilmiştir.  

Çözüm istendiğinde yapılacak ilk şey, hakların kabulü ile iadesinin sağlanmasıdır. Ardından da kayıpları telafi edecek düzenlemelerin hayata geçirilmesidir. Üçüncüsü, ırkçılığa zemin hazırlayan ve bu sonucu üreten nedenleri bütünüyle ortadan kaldırmaktır.

Dikkatle bakıldığında, sorunlara yol açan temel nedenin, 1919 yılında işgali sonlandırmak için birlikte savaşmaya karar veren Türklerle Kürtlerin kendi aralarında aldıkları kararların savaştan sonra hükümsüz kalmasıdır.

O zaman cevaplandırılması gereken soru: Bu kararlar neden ve nasıl bozuldu?

Kararlar Lozan görüşmeleri sürecinde, başta İngiltere olmak üzere Batı’lı Devletlerin dayatılmasıyla veTürkiye Heyetinin toplumun iradesi ve onayı olmadan buna rıza göstermesiyle bozuldu. İçeride toplumu temsil eden Meclis’in iradesini devre dışına çıkararak dengeleri bozmak pahasına, düşman tarafın talepleri kabul gördü. Dayatmalara ve normal olmayan taleplere rıza göstermeyen Birinci Meclis, bir oldubittiylefeshedildi. Lozan’ı itirazsız onaylayacak yeni bir Meclis seçtirildi.

Bülent Tanör’ün: ‘Özellikle Hıyanet-i Vataniye Kanunu, Nisab-ı Müzakere Kanunu ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan(1921 Anayasası) çıkan ortak formül, Hilafet ve Saltanatın, Vatan ve Milletin kurtarılması ve bağımsızlığı şeklindedir.’ [1] diye belirlediği savaşı kazandıran idealler, gaye ve hedefler yok sayıldı.

Yüzyılların birikimini kökten reddeden şu iki esasa dayalı yeni bir değerler dizisi inşa edildi:

1- Dindışılık: Bireysel, toplumsal ve kamu hayatında; siyaseti, hukuku, eğitimi, sosyal hayat, ekonomi ve diğer alanlarda Din’in/İslam’ın varlığına, belirleyiciliğine ve birikimine son verildi. Bu amaçla; Hilafet Kaldırıldı, Tevhid-i Tedrisata(Öğretimin Birliği) geçildi, Dini Kurumlar kaldırıldı, Dindışı Hukuk Kabul edildi, 1921 Anayasasının yerine Yeni Anayasa yapıldı, Tekke ve Zaviyeler Kapatıldı, Laikliğe Geçildi, Harf İnkılâbı ile Geçmişin tüm birikimi yok sayıldı… vd…

2- Ulusçuluk: Tek Ulusa/Irka dayanan Modern Ulus Devletin kurulmasıyla birlikte, o güne kadar yan yana duran farklı etnik ve inanç gurupları karşı karşıya geldi. Yüzyıllardır süren Bir Arada Yaşama Sistemi tahrip edildi.

Kürt Meselesi ve daha pek çok sorunu, bu yeni paradigma üretti, besledi ve canavar haline getirdi.

24.000.000 milyon kilometre kare sınırlara sahip bir ülkenin 814.000 bin kilometre kareye gerilemiş olmasının yol açtığı tarifi imkânsız maddi ve manevi yıkıma, bitirici darbe de böyle vuruldu.

Hâlbuki savaşın galibi olarak masaya oturan Türkiye’nin bunu kabul etmesi;  Anayasaya, yasalara, en önemlisi toplumsal iradeye aykırı olduğundan imkânsız görünüyordu.

Ama nasıl olduysa oldu ve imkânsız gerçek oldu.

Günümüze kadar süren bütün temel sorunlar Lozan anlaşmasıyla toplumun hayatını rehin alacak şekilde sahneye sürüldü.

Bu nedenle çözümün temel şartıLozan Anlaşmasının bütün hükümleri ve sonuçlarıyla yok sayılmasıdır.

Aksi halde, başta Kürt Meselesi olmak üzere temel sorunların çözüme kavuşturulması ve toplumun normalleşmesi mümkün olmayacaktır.

Misakı Milli sınırları içinde bulunan ve Lozan’da haksız bir şekilde el konan; Musul, Kerkük, El Cezire, Batı Trakya, Batum, Nahcivan geri alınmalıdır.

Kürdistan’ın Türkiye, Irak ve Suriye’de kalan parçaları Lozan öncesinde olduğu gibi bütünleştirilmelidir.

Tarihi, kültürel ve coğrafi bir isim olan Kürdistan; Cumhuriyet öncesi bütün dönemlerde olduğu gibi, hiç bir komplekse kapılmadan, bireysel ve toplumsal alanda hiçbir sınırlama olmaksızın rahatça kullanılabilmelidir.

Kürtçeninbaşta eğitim-öğretim olmak üzere, her alanda hiçbir kısıtlama olmadan kullanılmasının önü açılmalıdır.

Toplumun değerlerini, talep ve beklentilerini temsil eden Birinci Meclisin uzlaşmayla yürürlüğe koyduğu kurucu 1921 Anayasası, misyonunu tamamlamadan lağvedildiğinden, yeniden Kurucu Anayasa olarak yürürlüğe konulmalıdır.

Kurucu iradenin hilafına kurulan Ulus-Devlet formuna son verilmelidir.

Kürtlerin nasıl yönetileceğine kendileri karar verme hakkına sahip olmalıdır. Hiçbir irade onların yerine karar verememelidir. Bağımsızlık, federasyon, özerk yönetim ve diğerleri tamamen Kürt halkının iradesiyle şekillenmelidir.

Yüzyıllar boyu süren Türk-Kürt Dayanışmasının kaldığı yerden sürdürülmesi iki halkın iradesi ve onayı ile yeniden ele alınmalı ve kurulabilmelidir.

İslam Coğrafyasındaki diğer unsurların da bu birliktelikte yeniden yer almasının şartları oluşturulmalıdır.

İçi boş ‘kardeşlik’ ve ‘ümmet’ retoriğine saplanmadan, barışçı tecrübe ve birikime sahip İslam’ın eşitlikve adalet esaslı çoğulcu sistemine dönülmelidir.

Müslümanları, Kürtleri ve diğer kesimleri düşman konumuna koyan Devlet, ezdiği bütün kesimlerden özür dilemelidir.

Halkını bunca zamandır yanıltıp binlerce Anadolu çocuğunun sebepsiz yere ölümüne yol açtığı için, Halkın vergilerinden oluşan devasa bütçeleri boş yere çarçur ettiği için, Toplumun dengesini huzur ve güven ortamını bozduğu için; Devlet, Türk halkıyla da yüzleşmeli ve özür dilemelidir.

 

 Çözümün Şifreleri 2

 Mağlubiyet psikolojisi ile hareket eden İslam Dünyası yönünü Batı’ya dönmüş, Sekülerizmin Aydınlanmacı, Modernleşmeci, ve Bilimci akımının ayartıcı büyüsüne kapılmıştı. Zihinsel bağımlılık içindekiler bu sihirli kurtuluş reçetesinin peşine düşmüşlerdi(!) Oradan gelen her şeye dört elle sarılıyorlardı.

Tıpkı şimdi olduğu gibi!

Osmanlıyı parçalayıp İslam Dünyasını başsız bırakmak, Din’i etkisizleştirmek ve yeni sömürgeler edinmek amacında olan Batı, içerdeki uzantıları sayesinde bu hesaplarını tutturmayı başardı. Batıcılar, Jöntürkler, Türkçüler, Milliyetçiler, Terakkiperverler, Hürriyetçiler, Müsavatçılar, Pozitivistler ve benzeri sıfatlarla onların değirmenine durmadan su taşıdılar.

Sonrası malum! Bu sıfatlara sahip olanların yönetimindeki İttihat ve Terakki, Devleti Birinci Paylaşım Savaşına sokarak dağılmasını sağladı.

Geriye kalan ve Misakı Milli ile belirlenen sınırları işgalden kurtarmak için yürütülen savaşın yönetimini üstlenen ve önceki kadronun devamı olanlar da aynı şekilde Batı’nın isteklerine teslim oldular. Halkın bütün değerlerini çiğneme pahasına baskıcı, despot bir yönetim kurdular.

Cephede savaşı kazanan toplum, masa başında düşmanların isteklerini kabul eden temsilcileri tarafından yanıltıldı. Böylece, Türkiye’de düşmanlarını referans alan ve onları kurtarıcı gibi algılayan bir düzen kuruldu.

Yeni kadro, kamuda ve toplumsal alanda her şeyi tepeden tırnağa değiştirdi. Meşruiyetini ve mahremiyetini dikkate almadan her şeye el attı.

Toplumun onayını almak akıllarının ucundan bile geçmedi. Tepeden inme ve dayatmayla istediklerini gerçekleştirdiler. Onlar kendi bildiklerini mutlak doğru olarak kabul ediyorlardı. Toplum ise, doğruyu fark etmeyen cahiller topluluğu idi(!)

Böylece yönetimi ele geçiren Dindışı Modern-Etno-Seküler Paradigma, Kürt Meselesini üretti ve devasa bir sorun olarak toplumun kucağına bıraktı. Doksan yıldır hem Türkler hem Kürtler bundan dolayı sıkıntılar, kayıplar, hukuksuzluklar, düşmanlıklar, çatışmalar yaşadılar/yaşıyorlar.

Önceleri, Şeyh Said ve arkadaşları dışında ciddi bir muhalefetle karşılaştıkları söylenemez. Çıkan muhalifleri, içinde yetiştikleri İttihatçı geleneğin yöntemleri ile susturdular. Birlikte aynı amaçlar için savaştıklarına bakmadan kendileri gibi düşünmeyenleri acımasızca ortadan kaldırdılar.

Müslümanım’ veya ‘Türk değilim’ diyen herkesi baskı ve zulümle susturdular.

En ciddi muhalefeti, silahlı bir başkaldırıyı seksenli yıllardan beri yürüten PKK’nin temsil ettiği Kürt kesimi yapıyor.

Önceki yazılarda anlatmaya çalıştıklarımı dikkate alacak olursak, tarihin bir kez daha tekerrür ettiğine şahit oluyoruz.

Bu sefer Kürtler, zulüm ve baskıyı yürütenlerin Dindışı Modern-Etno-Seküler Paradigmasına sihirli bir değnek gibi dört elle sarılmışlar. Kurtuluş reçetesi olarak bağlanmışlar.

Türk seçkinleri gibi onlar da kendilerini Batılı referanslarla ifade ediyorlar: Modern, Çağdaş, Din Karşıtı, Milliyetçi, Sosyalist, Demokrat vb.

Öncekiler gibi, toplumun iradesini ve değerlerini aşağılıyorlar. Batı üretimi olmayan her fikri peşinen mahkûm ediyorlar. Din’e, tarihe, kültüre ait değereleri reddediyorlar.

Müslüman grup ve cemaatlerin sistem yanlısı yanlış tutumlarını; adaletsizliği, zulmü, haksızlığı ve elbette Kürtlere yapılanları lanetleyen İslam’a mal ediyorlar. Dindışı olanı muteber, Din’e ait olanı itibarsız sayıyorlar.

Kemalistlerin yaptığını tekrar ediyorlar: Kürt halkının Din’le olan ilişkisini tahrip etmek ve bitirmek için çabalıyorlar.

Sözün özü: Türk aydın ve yönetici seçkinlerinin Türkiye için öngördüğünü, Kürt hareketini yürüten elitler de Kürtler için öngörüyorlar. Zımnen onların iyi şeyler yaptığını onaylamış, model kabul etmiş oluyorlar. Değilse, niye sadece Türk kelimesinin yerine Kürt kelimesini geçirerek aynı şeyleri tekrarlamaya kalkıyorlar?

Oysa ezberleri bozmak, bağımsız bir zihinle hareket etmek ve tarihin aynı yanlışlarına mahkûm olmamak gerekir. Tekrar değil değişim esas alınmalıdır.

Kürt kimliğinin kopmaz parçası ve tüm sorunları çözme potansiyeli ve imkânını barındıran Din/İslam’ın sahici çözümlerine yönelmenin tek çıkar yol olduğu fark edilmelidir.

Aksi halde, olayların arkasından sürüklenen bir güruh olmaktan kurtulamayız.

İflas etmeye yüz tutmuş Dindışı değerler dizisinin bize yeni iflaslardan başka sunacağı bir şeyi kalmadı.

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Bkz. Türk Parlamento Tarihi, TBMM Vakfı Y.

Hits: 101

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir