Ahlaki Yozlaşmaya Mahkum Siyaset

 

İnsanlığın bilinen tarihinde, siyasetin, hemen her dönemde haksızlık, zulüm ve sömürü aracı olarak kullanıldığı bilgisini ilahi kitaplar da doğrulamaktadır. Günümüz dünyasında da bu sorunun yaşandığı çok açık biçimde gözleniyor. Çıkış noktaları, iddiaları ve dünya görüşleri farklı da olsa dine de sekülerliğe de dayalı siyaset bu konuda çok ayrı düşmüyor ve neredeyse istisna tanımıyor.

Bundan çıkan; siyasetin temel dayanağının da en büyük sorununun da ahlak olduğu gerçeğidir ki, bu gerçekle yüzleşmeden çözüm üreten bir siyaset geliştirmek mümkün değildir. Sorun nasıl çözülebilir diye düşünmeye başlayınca da kendiliğinden şu sorular zihne hücum ediyor: Ahlaki temele uygun davranan bir siyaset pratiği hem geçmişte hem günümüzde var mıdır? Siyasette ahlak sorununu çözmek mümkün müdür?

Soruları önce İslam, ardından seküler öğreti açısından ele almaya çalışalım:

Müslümanlar, Peygamber (as) ve arkadaşlarının siyasi tecrübesini ve kısmen de olsa İslam tarihine yansımalarını siyaset pratiğine örnek gösteriyorlar. Bu mirasa hakkıyla sahip çıkılması halinde ise, sorunun çözümünün geçmişte olduğu gibi yine mümkün olduğuna inanıyorlar.

Tüm peygamberlerin ortak öğretisinin adı, birbirinden kopması mümkün olmayan İman, İbadetler, Ahlak ve Muamelat bütününü içeren İslamın gayesi, ahlakın egemen olduğu bir düzen kurmaktır. Bireysel ve toplumsal alanda iyiliği emredip kötülükten sakındırmak temel ilkesinden hareketle adaleti tesis etmektir. Yalnız inananların değil, ayrımsız tüm insanların; canını, malını, aklını, dinini ve neslini güvence altına almaktır.

Kuran; bu amaca ulaşmak için kişilerin, dolayısıyla toplumun doğru davranış kalıpları edinmesini sağlayacak zihinsel bir hazırlık içinde olmasına öncelik vermektedir. Ta ki insan; akıl, düşünce, bilinç, öngörü, sezgi, kalp gözü, görme, duyma gibi yeteneklerini kullanarak Allah’ın bildirdiği her yönüyle mükemmel olan ahlaki çerçeveyi hayatına yansıtabilsin. Aksi halde; olumlu olanların yanında sahip olduğu olumsuz dürtülere yenik düşme eğilimi güçlü olan insan zaaf göstererek bu yeteneklerini kötüye kullanabilir. Birer ahlak abidesi olan peygamberler ve onların izinden yürüyen sayısız örneğe rağmen dine dayalı yönetimler ve dindarlar bile çoğunlukla bu bataklığa saplanmaktan kurtulamamışlardır. Sıkça görüldüğü üzere, dinler, ideolojiler, siyaset, hukuk, eğitim gibi değer üreten kurumlar bile birer zulüm, haksızlık ve sömürü mekanizmasına dönüşmüştür.

Unutulmaması gereken yalın bir gerçek de şudur: Teori ne kadar mükemmel olursa olsun uygulamanın başlamasıyla yozlaşmanın kendini göstermesi arasındaki sürenin çok kısa olduğudur.

Bunun en tipik örneklerinden biri, olağanüstü mücadelesi ile özgürleşmelerine vesile olduğu İsrailoğullarının Hz. Musaya ve kardeşi Haruna, daha Filistin yolunda iken defalarca isyan etmesidir. Özgürlük yolunun daha başında, önce onları köleleştiren sisteme özenerek bir put yaptılar. Ardından, kudret helvası ve bıldırcın etine itiraz edip soğan sarımsak istediler. Savaşmaları gerektiğinde “Git sen ve Rabbin savaşın” dediler.

Müslümanların yozlaştırıcı sürece girmesi de dikkatle izlenmesi gereken bir örnek olarak unutulmazlar arasında yerini almıştır. Peygamberin (as) vefatından yirmi beş yıl sonra kurduğu sistemi tavizsiz devam ettirmeyi hedefleyen Hz. Ali’ye (656-661) karşı yürüttüğü mücadele ile Muaviye (661-680) ve taraftarları, Şura ve Ehliyete dayalı sistemin yerine saltanatı geçirdiler. Böylece, zamanla diğer alanları da etkileyecek olan sapmayı başlatmış oldular. Öyle ki; 1924 yılına kadar devam eden ve hiçbir dönemde İslam’ın temel yönetim ilkelerine uygun biçimde el değiştirmeyen halifelik, gücü eline geçirenler tarafından kullanılan ve saltanatı meşrulaştıran bir kurum olarak varlığını sürdürdü. Siyasi çekişmeler; her biri farklı yorumlara göre hareket eden ve ihtilafları büyüten grupların meydana çıkmasını da tetikledi ve yozlaşma baş edilmez bir hal aldı. (Devam edecek)

10.03.2021

 

Hits: 141

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir