Demokrasi Eleştirileri Prof.Dr.Çetin Yetkin
Anlaşılan o ki, bizdeki “demokrasi”ye pek de benzeyen başkaları da olmuş… Bunu kimi düşünürlerin demokrasiye yönelttikleri eleştirilerden açıkça çıkarabiliyoruz. Felsefenin ve siyasal düşünce tarihinin önde gelenlerinden olan bu düşünürlerin demokrasiye yönelttikleri eleştiriler, aynı zamanda, bu sistemin aksayan bazı yönlerini de ortaya koymaktadır. Gerçi bu eleştiriler çoğunlukla ne türden olursa olsun demokrasi karşıtlığından kaynaklanmaktadır ama özünde kendi dönemlerinde uygulanan ya da uygulanmak istenen demokrasilere karşı olduklarından önem taşımaktadırlar ve bunlardan çıkarılacak dersler bulunmaktadır. Çünkü, gerçekten bir ülke demokrasi ile yönetilsin isteniyorsa, genelde haklılık ve doğruluk payı da olan bu eleştirilerin altını çizdiği olgulardan o demokrasinin arınmış olması gerekir.
* * *
Demokrasiyi eleştirenlerin başında Sokrates ve öğrencisi Platon (Eflatun) gelir. Sokrates’e göre, devlet yönetimi, nasıl binalar mimarlarca, gemiler gemi yapımcılarıyla yapılmaktaysa, uzmanlık işidir; demokrasilerde ise herkes devlet yönetimine karışır; çoğunluğun işi ise hep rastgeledir. (bkz. Platon’un Protagoras, Kriton dialogları ve Savunma).
Platon ise bu konuda çok daha açıktır. Devlet adlı yapıtında yer alan kendi sözleriyle:
“Bir düzen panayırıdır demokrasi, beğen beğendiğini al.” “Ahlâk değerlerine aldırış bile edilmez…. Demokrasilerde hiçe sayılır bütün bunlar. Bir devlet adamının nasıl yetişmesi, ne bilgiler edinmesi düşünülmez. Kendimize halkın dostu dedirtmek yeter; bütün şerefler kazanılır bununla.” “Saygısızlık nezaket olur, kargaşalık hürriyet, israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik.” “Hayvanlar bile bu devlette başka her yerdekinden daha hürdür; o kadar ki, insan gözleri ile görmese inanmaz…. Demokrasilerde atlar, eşekler öyle serbest, öyle mağrur yürümeye alışırlar ki, yollarından kaçmayana çarpar geçerler…. Yurttaşlar o hale gelir ki, bir yerde baskıya benzer en ufak bir şey gördüler mi, kızar ayaklanırlar; yazılmış yazılmamış bütün kanunlar hiçe sayar, kelimenin tam anlamı ile başına buyruk kalmak isterler.”
Aristoteles’e gelince, Politikaya Giriş adlı yapıtında “kırallık”, “aristokrasi” ve “politeia” olmak üzere üç doğru rejim olduğunu, bunların toplumun iyiliğini amaçladığını; ancak, zaman içinde bunlar bozulunca sırası ile “tiranllık”, “oligarşi” ve “demokrasi”ye dönüştüğünü belirtir. Demokrasi, halkın hukuk ilkelerini hiçe sayarak, sayı çoğunluğuna dayanarak dilediğini yapmasıdır.
Ünlü Fransız siyasal düşünürü ve “egemenlik” kavramı kuramcısı Jean Bodin, Devletin Altı Kitabı’nda şu görüşleri öne sürmüş bulunuyor:
Demokratik düzenlerde el üstünde tutulanlar, erdemli ve onurlu olmayan kimselerdir. Erdemli ve onurlu kişiler ayaklar altında sürünür giderler. Toplumun büyük çoğunluğu erdemden yoksundur ve kötü olanı severler. Halk çoğunluğunun yönetimi demek olan demokrasi bu nedenle kötü olanı yüceltecek, erdem yok olacaktır. Demokrasilerde rüşvet, adam öldürme, ahlâksızlık demokratik devletlerin ortak özelliğidir. Demokratik bir devlette görevlerde eşitlik ilkesi yürürlüktedir. Oysa, insanlar bilgi ve akıl bakımından hiç de eşit durumda değillerdir. Demokrasi, halkın kendi kendisini yönetmesi demektir. Oysa, halk doğru dürüst tek bir yasa bile yapamaz.
İngiliz Thomas Hobbes’un Leviathan adını verdiği yapıtında “Devleti Zayıflatan Ve Çökmesine Yol Açan Şeyler Üzerine” başlıklı XXIX.bölümünde bu “nedenler”in şunlar olduğunu görüyoruz:
İktidarın mutlak olmaması: (Başka bir deyişle, devlet gücüne sınırlamalar konulmuş olması bu nedenlerin başında gelir.) Neyin iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış olduğuna uyrukların karar vermeleri. Egemen gücün (devletin) yasalarla bağlı olması. Erkler (kuvvetler) ayrılığı. Hobbes, ayrıca burjuvazinin tüm hak ve özgürlük anlayışının yaygınlaştırılmasın da bir devleti çökerten nedenler arasında saymaktadır. Başka bir deyişle, bu düşünüre göre, demokratik kurumlar bir devletin çökmesinin nedenlerindendir.
J.J.Rousseau da Toplum Sözleşmesi adlı ünlü yapıtında yöneticilerin az sayıda kişiden oluşması gerektiği düşüncesinden kalkarak demokrasiye karşı çıkar. Gerçekte demokrasi hiç var olmamıştır. Çoğunluğun yönetmesi, azınlığın yönetilmesi doğal düzene aykırıdır. Az sayıda yöneticiler, işleri çabuk görürler, çok sayıda olduğun da ise işler aksar. Rousseau’ya göre, ….hiçbir yönetim, demokrasi ya da halk yönetimi kadar iç savaş ve karışıklıklara elverişli değildir….. Bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi. Böylesi olgun bir yönetim insanın harcı değil.” Kaldı ki, toplumları bilge kişiler yönetmelidirler. Yönetimde çok sayıda kişi olmamalı, yüz seçkin kişinin yapacağı iş yüz bin kişiye yaptırılmamalıdır.
G.F.W.Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri’nde şu görüşü öne sürer:
Halkın egemenliğini düşünülemez; bu sav, ”barbarca bir ’halk’ anlayışına dayanan bulanık fikirlerden biridir”, halk, şekilsiz bir kitledir. Gelişmiş devlet idesi karşısında, cumhuriyetin ya da demokrasinin sözü bile edilemez (III/279). “….hakikat şudur: eğer ‘halk’ kelimesi devletin üyesi olan bireylerin (yurttaşlar) özel bir kesimini ifade ediyorsa, olsa olsa, bunların ne istediğini bilmeyen kesimini ifade eder. Ne istediğini bilmek ve üstelik kendiliğinde ve kendisi-için iradenin, Akıl’ın, ne istediğini bilmek, asla halkın harcı olmayan bir derin bilginin ve sezgi gücünün işidir.” (III/301) “….halk şekilsiz bir yığındır ve hareketleri, eylemleri ancak ilkel, irrasyonel, vahşi ve ürkütücüdür.” (III/303).
İngiliz Thomas Carlyle, demokrasiye en kapsamlı eleştirileri yöneltenlerin başında gelmektedir. Öteki yapıtlarında da yeri geldikçe döneminin demokrasi anlayışına ve uygulamasına ağır eleştiriler yöneltmiş bulunmakla birlikte bu eleştirilerinin en yoğun ve yeğin olanları Latter-Day Pamphlets’de yer almaktadır.
1 Şubat 1850 tarihini taşıyan “Şimdiki Zaman” başlıklı ilk risalede Carlyle diyor ki, demokrasi yandaşlarının savlarına göre bir kere oy hakkı tanınıp da seçim sandıkları kurulunca ve bu seçimler sonucunda da parlamentolar çalışmaya başlayınca yeni ve mutlu bir dünyanın kapıları açılacakmış. Ama gerçek hiç de öyle değildir. Çünkü, gemiler Ümit Burnu’nu genel oy hakkı, seçim sandıkları sayesinde dolaşamaz. Kaldı ki, tarihe bakarsak hiçbir ulusun demokrasi ile ayakta kalmış olduğunu göremeyiz. Avrupa’da demokrasi hiçbir zaman için olanaklı olmayacaktır. Aslında evrenin kendisi bir monarşi ve hiyerarşidir. Tanrı, her ülkede soylu olanı yüksekte, olmayanı aşağıda tutmuştur, Tanrı’nın yasasıdır bu. Hangi usunu yitirmemiş insan bir seçim sandığının soylu olanları iş başına getirebileceğine inanabilir?
Aptalların her zaman sahip olacakları ayrıcalık, akıllılar tarafından yönetilmektir. Bu, onların en temel “insan hakkı”dır.
Bu arada Carlyle, Hz.İsa ölüm cezasına çarptırıldığında Romalı valinin gelenek gereğince, her türlü kötülüğü yapmış bir haydut olan ve o da ölüm cezasına çarptırılmış bulunan Barabbas ile Hz.İsa arasında bir seçim yapmalarını halktan istediğinde ve seçtiklerinin bağışlanacağı bildirdiğinde ölümden kurtarılan kişinin Barabbas olduğuna değiniyor ve halk oylamasının ne denli us dışı olduğunun bu örneği de vererek altını çiziyor.
Gerçek olan, insanlık tarihi boyunca her zaman sayıca çok az olan akıllı adamların, sayısız aptalları yönetmiş olmalarıdır. Bu, Tanrı’nın isteğidir. İnsanlığın geleceği de bunun böyle sürmesine bağlıdır.
Carlyle, 1 Nisan 1850 tarihli ve “Downing Street” başlıklı Risale’de de; evrenin baş düşmanının aptallık ve zihin karanlığı olduğunu, ister imparatorluklar, isterse bireyler için olsun önünde korkudan titrenmesi gerekenin aptallar sınıfından başka bir şey olmadığını öne sürmektedir.
Parlamentoların son yılların ortaya koyduğu gibi hiçbir sorunun çözüm yeri olmadığı belirten Carlyle’a göre, aklı yalnız akıl tanıyıp algılayabilir, aptallık bunu asla yapamaz. Bu nedenle, demokrasilerde yetenekli olanların bulunup iş başına getirildiği savı tam bir yalandır. Demokrasi, palavra okyanusunda anayasal olarak boğulmaktır.
15 Nisan 1850 tarihli ve “The New Downing Street” başlıklı 4. Risale’de ise aynı çizgideki görüşler öne sürülmekle birlikte, demokrasilerde genel oy ile akıllı adamların bulunup iş başına getirilemeyeceği, olacak olanın aklın giderek ölüp yitmesi olacağı savlanmaktadır. Bir milyon kafasız, dahi diyebileceğiniz birini anlamak için sonsuza değin çabalarsa da hiçbir şey anlayamazlar. O kişi onları anlayacaktır ama kitlenin de kendisini anlaması beklenemez. Bu kafasız kitlenin yapabileceği en iyi şey, seni hiç anlamıyoruz ama bizlerden akıllı ve büyük olduğun kesin, o nedenle de sana sadık kalarak izleyeceğiz, diyebilmeleridir.
Carlyle’a göre, “Eğer on kişiden dokuzunun aptal olduğu ortada ise, ki bu herkesçe bilinen bir hesaptır, Tanrı aşkına, nasıl olur da bir seçim sandığı bu adamların oyları ile size bir hikmet sağlayabilir?”
Büyük Alman filozofu Friedrich Nietzsche de özünde demokrasinin temel kavramı olan “halk”ı eleştirmektedir. Zerdüşt Böyle Dedi adlı kitabında öncelikle şu görüşlere yer verir: Halk, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmez ve daima yalan söyler. Hayvan bile olamaz, çünkü hayvan olmak için masum olmak gerekir.
Öte yandan, halk kendisine buyurabilecek birini arar; her şeyin eğri, sahte ve uydurma olmaması için dünyaya egemen olacakların ise en güçlü insanlar olması gerekir; “gündüzden daha aydınlık ve daha derin olan gece yarısı ruhları, o en kuvvetliler, en bilinmedikler, en temizler dünyaya hâkim olmalı”dırlar.
İyinin Ve Kötünün Ötesinde adlı yapıtında da demokrasi de Nietzsche’nin hep eleştirilerine hedef olmuş bulunmaktadır. Ona göre; demokratik gelişimler, bir yandan siyasal kurumların çöküşü ve bir yandan da insanı ortalama duruma getirerek küçültülmesidir. “….’en büyük sayı’ saçmalığı, en son biçimidir tarihin”. “İnsanın toptan soysuzlaşması, düşerek bugünün toplumcu ahmaklarına ve düz kafalılarına ‘geleceğin insanı’ olarak görülüyor, idealleri olarak! ― İnsanın, yetkin bir sürü hayvanına doğru (ya da onların dedikleri gibi, özgür topluma doğru), bu soysuzlaşması ve küçülmesi, bu insanın eşit haklara ve savlara sahip cüce insana doğru hayvanlaşması olanaklı, kuşku yok bunda!” (V/203) Demokrasi, efendi ve kölelerin kan kardeşliğidir (IX/261).
Güç İstenci’nde Nietzsche, “sürü insanı” diye nitelendirdiği kitlelerin tüm değer yargılarına, bu kitleye dayanan demokratik ilkelere de karşı çıkan, bunları ağır bir biçimde eleştiren bir düşünür. Örneğin şöyle diyor: “Bütün sosyolojimiz sürü hayvanlarının, yani toplanmış olan sıfırların içgüdüsünden başka bir içgüdüyü tanımamaktadır. Her sıfırın ‘eşit haklarına’ malik olduğu yerde sıfır olmak erdemli olmaktır.”
Sürü, ortalama insanlardan oluşur. Bunlar büyük çoğunluktur. Bunlara her aykırılık suç olarak görülür. Sürünün yaratıcı hiçbir yanı yoktur. Yasalar, bunların eseridir.
Toplumu bir parlamentoda temsil ettikleri öne süren politikacılar da “güçlü ciğerleriyle” gevezelik yapmaktan başka bir işe yaramazlar. Parlamentarizmden ve gazetecilikten, bunlar sürü hayvanının kendisini efendi durumuna getirmesine yarayan araçlar olduğu için de hoşlanmadığını söylüyor Nietzsche. Avrupa demokrasisi, tembelliklerin, yorgunlukların ve zaafların “salıverilmesi” demektir. Değer yargılarımız bütünüyle hayal ürünü olarak uydurulan bir dünyaya ait kategorilerle ölçülmüş bulunuyor. Aşağı türden olan “sürü insanı” kendi gereksinmelerini “kozmik ve metafizik” değerler olarak görür, böylece insanın varlığı bayağılaştırılır, sürüden olmayanlar üzerinde egemenlik kurarlar. Toplumun (sürünün) değerleri Tanrılaştırılmış, buna karşılık, yukarı türden olan insanlara hep suçlamalarda bulunulmuştur.
Nietzsche demokratik ilkelere bütünüyle karşıdır. Ancak, demokrasinin işleyişinden doğan aksaklıkları eleştirmiş değildir. Çok daha yüksek bir planda, demokrasiyi temel olan düşünüşü, psikolojiyi, dünya görüşünü ve toplum ile demokrasi arasındaki ilişkiyi yermiştir. Nietzsche için demokrasi, “sürü” olarak nitelendirdiği, kokuşmuş olduğunu düşündüğü, “güç istenci”nden yoksun halk çoğunluğunun yönetimidir ve ayaktakımının efendilik taslamasıdır.
Nietzsche’nin görüşlerini “yönetim”, “yönetici” kalıplarına dökersek, görürüz ki, “sürü”nün içinden “seçkinler” çıkacak, onlardan da “üstün insan”.
* * *
Bu düşünürler, demokrasiyi eleştirenlerden yalnızca birkaçı. Günümüze doğru geldikçe, özellikle totaliter rejimlerden yana olanların da bu eleştiri kervanına katıldıklarını görürüz. Ne var ki, onların bile eleştirilerinde haklı yönler yok değildir. Öte yandan, demokrasinin gerçekte “popülizm”den başka bir şey olmadığının da altı çizilmektedir.
Bununla birlikte, tüm aksayan ve hatta kimi zaman toplumları yıkıma sürükleyen demokrasiden (unutulmamalı ki, Hitler de demokratik seçimle iktidarı ele geçirmişti) daha “iyi” bir rejim henüz bulunmuş değildir. Bu nedenle, ister istemez demokrasiye katlanmak ve hatta savunmak zorundayız. Ancak, bu, demokrasiyi yüceltmek, her şeyi biçimsel bir demokrasiye feda etmek demek olmamalı, onun bir fetiş durumuna getirilmesine yol açmamalı, tersine, daha iyi ve insana daha yaraşır bir rejim arayışı içinde olunmalıdır. Demokrasiye yönetilen eleştiriler bu alanda bize yol göstermelidir.