Demokrasi, Sömürü, Adalet
Tarihte olduğu gibi günümüzde de arayış içinde olan insanoğlu üç temel düşünce etrafında kümelenmiştir: Dinî Düşünce, Seküler Düşünce ve Karma Düşünce. Yozlaşmayı/bozulmayı ifade eden ve eklektik olduğundan sistematik bütünlüğü olmayan karma düşünce, insan toplulukları tarafından en çok tercih edilen, dolayısıyla en yaygın görüştür. Bu durum, şöyle bir yargıya haklılık kazandırmaktadır: Hem dini düşünce hem seküler düşünce özgünlüğünü hemen hiçbir dönemde, kısa süreler dışında tam anlamıyla koruyamamış ve döngüsel olarak yerini hep karma düşünceye terk etmiştir.
Geçen binyılda, istismar aracı olarak kullanıldığı için Hıristiyanlığın yozlaşması, din karşıtı seküler düşünceye zemin oluşturmuştur. Yani, günümüz dünyasının şekillenmesi, dini düşüncenin yozlaşmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Ortaçağ kilisesinin gerçekte dinin de reddettiği uygulamaları olmasaydı, seküler düşünce bu denli büyük bir güç, etki ve yaygınlık kazanamazdı.
Aslında dine değil, dinin istismarına karşı gelişen ve zemin bulan seküler düşünce, her alanda köklü yeniliklerin hayata geçmesini sağlamış ve din karşıtlığı temelinde yeni çözümler üretmiştir. Bu bağlamda; siyaset ve yönetim alanı ile ilgili sayısız kötülüğün kaynağı olarak gösterilen monarşinin yerine sayısız erdemi barındırdığı iddia edilen demokrasinin geçmesini sağlamıştır. Diğer uygarlık havzalarında uygulanan birçok örneği dikkate değer bulmayan ve düşüncenin sadece Batı’da geliştiği önyargısı ile hareket eden Avrupalı seküler zihnin temsilcileri, Eski Yunan’ın, demokrasinin yegane kaynağı olduğu ön kabulünden hareket ederek bu sonuca varmışlardır. Batı düşüncesinin temeli olan Antik Yunan’daki teori ve uygulamalara yönelik tartışmaları bir bakıma sürdürerek demokrasinin en iyi sistem olduğu sonucuna varmışlardır. Kuşkusuz, Eski Yunan felsefesinin de seküler karakterli olması bu tercihte belirleyici rol oynamıştır.
Monarşik yönetimlerin başındaki kral, firavun, sultan, şah ve benzeri ünvan sahiplerinin tanrısal gücü temsil ettiğine inanıldığı için eleştirilemez, sorgulanamaz, yanlışlanamaz. Dolayısıyla; kişi ve gruplar mutlak bir sadakatle yönetime bağlı kalmanın dışında bir seçeneğe sahip değildirler.
Modern döneme geçiş aşamasındaki Avrupa’da, bu kural, ilk kez 1215’te kabul edilen Magna Carta ile İngiltere’de delindi. Asiller tarafından hazırlanan bu belgede yer alan kararlarla kralın yetkileri sınırlandırıldı. Kralın her konuda karar veren konumuna son verildi. Hukuki konular, vergiler ve kamu denetimi başta olmak üzere birçok konuda yetkilerin danışma mekanizmasıyla oluşturulması, ya da ilgili kurumlara devredilmesi kararlaştırıldı. Böylece diktatörlüğe giden yolun tıkanması sağlanmış oldu.
Avrupa için yeni ve ileri bir gelişme olsa da Batı dışı toplumların bir çoğu benzer uygulamalara hiç de yabancı değildi. Birçok kabile yönetiminde bile kararların şeflerden oluşan bir grupta tartışılarak alındığı bilinmektedir. Sümerlerde, eski Türklerde, Araplarda benzer uygulamalara başvurulduğu tarih kayıtlarında yer almaktadır. İslam öncesi Mekke’de “Dar ün Nedve” adlı meclis dikkat çeken bir örnektir. İslam’da şuranın yönetimin olmazsa olmaz temellerinden olduğu ayrıca hatırlanmalıdır.
Günümüzde neredeyse tüm toplumsal sorunları çözecek sihirli değnek gibi kabul gören demokrasi, bir çok yeni kavram ve kurum gibi rönesans ile başlayan modern dönemin ürünüdür. Dolayısıyla, modernlikle paralellik arz eden, hatta eş anlamlı sayılabilecek seküler düşüncenin kodlarını taşımakta ve kavramsal çerçevesi içinde yer almaktadır. Modern dönemde ortaya çıkan çeşitli akımların tümünün arka planını ve kaynağını seküler düşünce oluşturmaktadır. Tanrının yerine insanı merkeze alan hümanizm, her türlü aşkın gücü reddeden bağımsız akıl, gerçeğin yegane kaynağı olarak duyuların şekillendirdiği bilim, madde dışında hiçbir varlığın gerçek olmadığını ileri süren materyalizm, ilerlemeciliği ve ırkçılığı meşrulaştıran evrim bunların başlıcalarıdır. Uygulama boyutu ağırlıklı olan; milliyetçilik, hukuk, ekonomi, eğitim ve demokrasi gibi kavramlar da bu temellerin geliştirdiği dünya görüşüne göre şekillenmiştir.
Demokrasi; sömürü düzeni ile iç içe gelişen seküler düşüncenin egemenliğinin iyice hissedildiği dönem ve ülkelerde doğmuş, kabul görmüş ve uygulanmıştır. Evrensellik iddiasına rağmen bu ülkelerin dışında başarı kaydetmemiş olması; güvenilirliği, uygulanabilirliği ve Batı dışı toplumlara uyumu ile ilgili bir takım şüphe ve karşılığı bulunmayan soruların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu açıdan bakıldığında, sömürüden beslenen seküler düşüncenin, benimsendiği Batılı ülkelere özgü bir sistem olduğu izlenimi vermektedir. Dolayısıyla, evrensel ve genelgeçer bir model olduğu iddiası karşılıksız kalmaktadır.
İşaret edilen ülkelerin insan soyuna yönelik soykırım dahil her cürmü işlemekle kalmayıp yaptıklarını bilime hizmet ve uygarlaştırma olarak nietelemeleri, böylece sömürü düzenini meşrulaştırmaları, tarihteki benzerlerinin tümünün toplamından daha vahim bir tabloya kaynaklık etmektedir. Modern dünya düzeninin temellerini atan filozofların insan saymadıkları Afrikalıları köleleştirirken elli milyon kişiyi de katletmeleri ve Amerika yerlilerine yönelik benzer uygulamaları, işlenenleri anlamaya yeter iki örnektir. Bundan da kötüsü; yapılanların suç sayılması şöyle dursun, faillerinin uygarlık yolunda büyük işler başarmış olarak övgüye layık görülmüş olmalarıdır.
Bu büyüklükte olmasa da ahlaki ve insani değerleri yok sayan sömürü amaçlı birçok uygulamaya karşı herhangi bir yaptırımın ya da cezanın modern hukuk külliyatında yer almaması, demokrasinin adaleti sağlayamayacağı ile ilgili kaygılara haklılık kazandırmaktadır. Adı “geri kalmış ülkeler” olarak değiştirilen sömürgelerde hala soykırıma varan uygulamaların demokratik ülkeler eliyle veya desteğiyle işleniyor olması demokrasinin kağıt üzerindeki iddialarını geçersiz kılmaktadır. Filistin topraklarının yüzde doksanını işgal eden ve son olarak Gazze’de soykırım uygulayan İsrail’in yüzyıldır demokratik ülkeler tarafından destekleniyor olması buna açık bir kanıt hükmündedir.