SİYASETSİZ İSLAM / SİYASETSİZLEŞTİRİLEN İSLAM

Siyasal İslam” kavramlaştırmasının arkasında “Siyasetsiz İslam” çabasının yer aldığı artık sır değil! Bunun anlamı ve amacı, İslam’ı toplumsal hayatın dışına itmek ve tek direniş imkanını kırıp insanlığı küresel sömürüye karşı savunmasız bırakmaktır. İlginç ve şaşırtıcı olan, din karşıtları ile kimi dinî cemaat ve dindarların bu konuda aynı yaklaşımı paylaşmasıdır. Nasıl olur da dine karşı olanlarla, dine hizmet ettiği iddiasında olanlar İslam’ı tahrip etmek için ortak bir çaba içinde olabiliyorlar?

Zihinleri bulandıran bu sorunun cevabını bulmak bir yığın belirsizliği netleştirmek ve ortadan kaldırmak için son derece önemli ve gereklidir:

Modern Uygarlığın postmodernliğe evrilmesi ve küreselleşmenin giderek belirleyici konumunu güçlendirmesine paralel olarak dünyanın tek merkezden yönetilmesine ilişkin politikalar da olağanlaşıyor ve alışkanlıklarımız, ezberlerimiz arasında yerini alıyor. Modern dönemde yapılan saha temizliği, İslam’ın dışındaki tüm kültürleri, uygarlıkları elimine etmeyi başarı hanesine yazdığı için yeryüzünün tamamını etkisi altına alan küresel hegemonya daha kolay ilerliyor. Egemen güçlerin, politikalarını hayata geçirirken İslam’ı tümüyle etkisiz hale getirmek için saldırılarını yoğunlaştırmaları bu son kaleyi de düşürmek içindir. Buna şaşırmamak gerekir. Zira asıl bu ölçüde büyük ve sınırsız bir gücün, sahip olduğu savunma ve saldırı mekanizmalarını böyle bir konuda harekete geçirmemesi şaşırtıcı olurdu.

Modern çağın on dokuzuncu yüzyılda sömürüyü olağanlaştırmak amacıyla geliştirdiği, -daha doğrusu, sömürüyü kolaylaştırmak, meşrulaştırmak, sıradanlaştırmak için- kurguladığı bilimi kurtuluş reçetesi gibi görenler, aynı yanlışı içinden geçmekte olduğumuz postmodern dönemde de sürdürüyorlar. Modern dönemin zihin kalıplarıyla baktıklarından için bu dönem onlara daha daha gelişkin ve çekici görünüyor. Geçmişin uzantısı olarak kurgulanan yeni sürüm algılar, ezberler, kutsallar, dokunulmazlar ediniyorlar. Zihinsel kuşatmanın küresel boyutunu, etkisini, gücünü, aldatıcılığını ve geliştirdiği sinsi koruma ve dönüştürme mekanizmaları gerçekleri görmelerine engel oluyor. Oysa, mahremi bile ortalığa saçmakta sakınca görmeyen bu süreçte insanlığın ortak birikimi ve değerleri yozlaşmakla kalmıyor giderek yok oluyor. Karşı konulmaz bir zihinsel bağımlılık altında kimliği, kişiliği iyice zedelenen kişi ve toplumlar, açgözlülüğe programlanmış robotlar gibi, önüne konan her şeyi kabul eden ve tüketen nesnelere dönüşüyor.

Yüzyıllardır; zaafları katlanarak büyüyen, neredeyse varlığını koruyacak gücü bile kalmayan ve bir türlü silkinemediğinden iç dinamizmini iyice yitirmiş olan Müslüman dünya, bu saldırıların da etkisiyle tel tel dökülmeye hızla devam ediyor. Dahası, günümüze gelinceye kadar çeşitli etki ve müdahaleler nedeniyle kimliğini korumakta zorlanan İslam’ın, önceki dinler gibi, gözden kaçan sessiz bir tahrif/bozulma süreci yaşadığı anlaşılıyor.

Bunu anlamak için Hristiyanlıkla bir karşılaştırma yapmak, gerçeği fark etmek adına son derece öğretici olacaktır. Çünkü, Hıristiyanlık ile İslamın geçirdiği evreler karşılaştırıldığında, birebir olmasa da dikkat çeken benzerlikler göze çarpıyor:

2

Hıristiyanlıkta bozulma süreci birinci yüzyılda yaşayan ve Hıristiyanlığın kurucusu sayılan Aziz Pavlus’un müdahale ve öğretileriyle başladı. Pavlus, Eski ve Yeni Ahit’i harmanlayarak oluşturduğu Kitabı Mukaddese kendi yorumlarını da ekledi. Böylece Hz. İsa’ya gelen vahiylerin arasına beşeri düşünceler girmiş oldu. Daha sonra, ortaya çok sayıda farklı İncilin çıkmasının altında Pavlus’la başlayan benzer müdahalelerin yattığı biliniyor. Bundan dolayı Hıristiyanlık, başlangıçta çatıştığı ama bir süre sonra uzlaşmaya girdiği Roma’nın kimi çoktanrılı inanışlarını ad değiştirerek kendine mal etti. En önemli ve esasa yönelik olanı, hiç kuşkusuz çoktanrılı dinlerin bir çoğunda bulunan “üçlemeler”den esinlenen ve vahye dayalı tevhid dinini  temelden sarsmış olan “teslis” inancıdır. İlahi dinin tüm konu ve alanlarını şekillendiren temel belirleyici konumundaki Allah inancını zedelediği için etkisi ve sonuçları çok büyük olmuştur.

Bu bağlamda diğer bir husus da yine birinci yüzyıldan itibaren Yunan Felsefesi ile kurulan ilişkinin yol açtığı sorunlardır. Filistin’de doğup Roma İmparatorluğunun topraklarında yayılan Hristiyanlık, Yunan felsefesine göre şekillenen Roma  kültür ve felsefesinden etkilendi.

Birinci yüzyılda kilise babaları tarafından oluşturulan ve bozulmada etkili olan Patristik felsefe, inancı akıl temeline oturtma çabasının eseridir.  Dini, felsefenin kavramsal araçlarını kullanarak temellendirmeyi amaçlıyordu. Yeni Ahit’in öğretilerine göre anlam kazandırma, felsefi açıklama getirme bu felsefenin temel motivasyonu olmuştur. Hristiyan olan bu filozoflar felsefeyi kullanarak Hristiyanlığı açıklama ve anlatma kaygısı gütmüşlerdir.

Hristiyanlığa bağlı olan ve sekizinci yüzyıla kadar süren Patristik felsefenin ardından on beşinci yüzyıla kadar Skolastik felsefe etkindir. Skolastik felsefe, patristik felsefeye oranla akla daha fazla önem vermiştir. “Aklı inanca ya da vahye tâbi kılan bir felsefe olmakla birlikte, Hristiyanlığın felsefe ya da akılla bağdaşmaz olmadığını göstermeye her fırsatta özen göstermiş olan bir felsefedir.” 

Rönesans ve Reform ile birlikte Hristiyanlık adına hareket eden Kilise ve Papa’nın egemenliği sona erdi. Aynı zamanda Hristiyanlığa ve kiliseye bağlı olan Skolastik felsefe dönemi de kapandı. Bundan sonra, günümüze kadar din karşıtı Seküler Modern dönem başladı. Bu aşamada en önemli husus, 1500 yıl süren dinî egemenliğin sona ermesi, yerine  seküler bir sürecin başlamasıdır. Bu, dünyanın yeniden şekillenmesini sağlayan büyük bir değişim hamlesi olarak tarihe geçmiştir.

3

Buna karşılık, İslam’ın birinci yüzyılında da benzer bir sürecin yaşandığı görülüyor. Peygamberin (as) vefatından yirmi beş yıl sonra halife olan Hz. Ali’ye (656-661) karşı yürüttüğü mücadele ile Muaviye’nin (661-680) yönetimi saltanata dönüştürmesi bozulmanın başlangıcıdır.

Bu dönemdeki siyasi çekişmeler; her biri farklı yorumlara göre hareket eden grupların meydana çıkmasını da tetikledi. Hz. Ali ve taraftarları, Peygamberin (as) kurduğu sistemi tavizsiz devam ettirmeyi hedefliyordu. Buna karşılık; Muaviye ve taraftarları, saltanatı, ‘Şura’ya dayalı sistemin yerine geçirerek İslam’da zamanla diğer alanları da etkileyecek olan siyasi sapmayı başlatmış oldular. O zaman başlatılan bu sapma hilafetin kaldırıldığı 1924 yılına kadar devam etti. Öyle ki; hiç bir dönemde İslam’ın temel yönetim ilkelerine uygun biçimde el değiştirmeyen halifelik, gücü eline geçirenler tarafından kullanılan ve saltanatı meşrulaştıran bir kurum olarak varlığını sürdürdü.

Tahrif açısından son derece etkili olan bir faktör de İsrailiyattır. Deyim olarak İsrailoğulları/Yahudilere ait demek  olup İslamın kaynaklarında yer almadığı halde tahrif edilmiş Tevrat, İncil ve onlarla bağlantılı kaynaklardan aktarılan gerçeği yansıtmayan bilgilere verilen addır. Daha çok Müslümanlarla bir şekilde ilişkisi olan Yahudi bilginleri tarafından yayılan bu rivayetlerin amacı İslam’da tahrife yol açmaktır. İsrailiyat; sahabe döneminden itibaren Müslümanlar arasında çeşitli şekillerde etkili olmuş, özellikle tefsir ve hadis kaynaklarına sızmıştır.

İslam Tarihinde önemli ve etkili bir düşünce ekolü olan Mutezilenin dayandığı öncü fikirler de bu sırada şekillenmeye başladı. Hint ve Yunan felsefesinin etkisinde akıl ve iradenin vahyi aşacak ölçüde belirleyici bir konuma gelmesi Mutezilenin benimsediği temel yaklaşımdır. “Bu teolojik ekol, İslam’ın inanca ve ahlaka dair ilkelerini akli ve felsefi yöntemlere dayanarak ispat etmeye ve savunmaya çalışan bir düşünce sistemi olarak da tanınmıştır.” “Mu‘tezile’nin ortaya çıkışını iç âmiller yanında İran dinleri, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Yunan felsefesi gibi dış etkenlerle açıklayan ilim adamları da vardır.”

Emeviler döneminde (661-750), yani birinci yüzyılda başlayan tercümelerle birlikte İslam Dünyasında felsefi fikirlerin ilk etkilerinden söz etmek mümkündür. Abbasiler dönemi zaten felsefenin Müslümanlar arasında çok geliştiği bir dönemdir. O kadar ki; kaybolmaya yüz tutmuş bulunan Yunan Felsefesinin kaynakları Endülüs başta olmak üzere İslam Dünyasından Avrupa’ya intikal etmiştir.

Yüzyıllar süren Haçlı Seferleri ile Moğol İstilası gibi tarihte eşine rastlanmayacak ölçüde iki büyük saldırıyla da karşı karşıya kalan Müslüman Dünyada büyük travmalar yaşandı. Bu dönemlerde, kaçınılması mümkün olmayan karşılıklı etkileşimlerin de bir takım savrulmalara neden olduğuna ve Müslüman dünyanın dinamizmini olumsuz yönde etkilediğine kuşku yoktur. Zira İslam Dünyası bundan sonra başlayan duraklamanın önüne bir türlü geçemedi, statükoyu aşıp silkelenmeyi başaramadı. Özellikle son beş yüzyılda, giderek gücünü, daha da önemlisi, özgüvenini yitirdi. Öyle ki; Avrupa’nın on beşinci yüzyılda Hıristiyan kimliğinin iyice etkisizleşmesine paralel olarak girdiği seküler sürecin benzerini bu kez İslam Dünyası yaşadı.

Roller değişerek tarih bir kez daha tekerrür etti. Kilise fanatizmine karşı Batı’nın ayaklanıp seküler modern çağa geçişinde önemli ölçüde etkili olan Müslüman dünya, bu kez güçsüz ve etki altında kalan taraf oldu. Artık dinle ilişkisi adeta pamuk ipliğine bağlı ama seküler kimliği belirleyici olan Batı; güçlü ve etkili;  Müslüman Dünya ise, zaaf içinde ve yeni bir kimlik arayışında idi.

4

Batı’da Rönesans’la başlayan yenileşmenin oluşturduğu din karşıtlığına dayalı seküler dünya görüşü, özellikle Fransız İhtilalinin etkisiyle ortaya çıkan Batılılaşma hareketleri sonucu Müslümanlar arasında hızla yayıldı. Islahat Hareketleri, Tanzimat, Meşrutiyet aşamaları sistem içinde kalarak Modernleşmeyi amaçlayan bir tür arayış; “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” ise, tüm kesimleri modernleşmede uzlaştırma arzusunun dışavurumu olarak sloganlaştı.  Modernleşme, Çağdaşlaşma ile eş anlamlı olan Batılılaşma; yönetimin tepesinde etkin hale gelen askeri-mülki erkan ve aydınlar aracılığıyla toplumun diğer kesimlerine empoze edildi, daha doğrusu tepeden dayatıldı. Üçü de modern akımlardı ama son tahlilde kökleri itibarıyla İslam’ın bu uzlaşmada kalıcı olması mümkün değildi. Nitekim Cumhuriyetle köklü sistem değişikliğine gidildiğinde İslam’ın dışındaki tüm akımlar kendine yer buldu.

Orta Çağ’da Müslümanların gücü karşısında ezilen Batının yerini bu kez Müslümanlar aldı ve onların dünya görüşünü, yaşam biçimini, dine bakışını, siyasal sistemini taklit ederek sahiplendiler. Hıristiyanlık adına egemenliği elinde tutan kilisenin ve Papalığın otoritesine; Rönesans ve Reform’la son verilmesine benzer bir süreç Müslüman dünyada da yaşandı. Birinci paylaşım savaşı sonunda Müslüman dünyanın siyasal ve dini birliği dağıldı. Bunun için, bir devletin yerine modern paradigmanın siyasal modeli olan elli “Ulus Devlet” kuruldu. Merkezi topraklarda sembolik varlığını sürdüren halifelik de 1924’te kaldırıldı. Bütün alanlarda dine göre oluşmuş yapılar değiştirilerek dindışı yapılanmaya gidildi. Protestanlıkta olduğu gibi, İslam, toplumsal alanın dışına itildi. Toplumsal hükümleri budanarak yeniden tanımlandı ve siyasal otoritenin çizdiği çerçeveye hapsedildi. 

Bundan sonra, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, İslam’ın; başta Kuran ve Peygamber(as) olmak üzere kendi kaynaklarına göre değil, Batı’nın modern dönemde geliştirdiği, bireyselliğe indirgenmiş dinî anlayışa göre varlığını sürdürmesine izin verildi. Bunu reddeden ve İslam’ın bütünlüğünü savunan her türlü girişim ağır yaptırımlara tabi tutuldu.

Bundan dolayı; başta İslam’a hizmet iddiasında samimi olan dindar çevreler bu tahrif gerçeğini kabullenmek ve ona göre tavır almakla yükümlüdürler. Diğer dinlerden farklı olarak,  aslını koruyan Kuran ve diğer kaynaklardan oluşan büyük imkanı değerlendirmek zorundadırlar. Aksi halde, bu olumsuz sürecin paydaşı olmaktan kurtulamazlar.

Tahrifin Karşılaştırmalı Tablosu:

Hıristiyanlığın tahrif sürecinde etkili olan gelişmeler: İslam’ın tahrif sürecinde etkili olan gelişmeler:
Pavlus’un, Eski ve Yeni Ahit’i harmanlayarak Kitabı Mukaddesi oluşturması ve vahyin yanına kendi yorumlarını ekleyerek Hristiyanlığı şekillendirmesi . (1. yüzyıl) Peygamberin (as) kurduğu ve dört halifenin uygulamak için çabaladığı “ehliyet ve şura” esaslı modelin yerine saltanatın geçirilmesi.

(1. yüzyıl)

Roma’yla uzlaşıp kimi çoktanrılı inanışların ve özellikle teslisin kabul edilmesi ve buna dayalı siyasi otoritenin kurulması

(1-14. yüzyıl)

İsrailiyat, bidat ve hurafelerin etkili hale gelmesi ile saltanatla birlikte iktidarın dünyevileşmesi. (1-14. yüzyıl)

 

Birinci yüzyıldan itibaren Patristik felsefe, sekizinci yüzyıldan itibaren Skolastik felsefenin aklı ön plana çıkarması.

(1-14. yüzyıl)

Emeviler döneminde tercümlerle başlayan felsefe, Ardından Yunan Felsefesinin tümüyle yayılması. Hint ve Yunan felsefesinin etkisinde beşerî aklı öne çıkaran Mutezilenin etkileri. (1-13. yüzyıl)
Aşırı fanatizm her türlü gelişmenin önünü tıkadığından Avrupa büyük bir gerileme süreci yaşadı. Haçlı Seferleri ve Moğol İstilasının ardından fanatizmin güçlenmesi, duraklama ve gerileme dönemine girilmesi.
Hıristiyanlığın doğuşundan 14 yüzyıl sonra Rönesans ve Reform hareketleri dine dayalı sistemin köklü bir değişime uğraması ve günümüze kadar sürmekte olan seküler dönemin başlaması. İslam’ın doğuşundan 1350 yıl sonra Müslümanların zaafa düşüp yeni bir kimlik arayışına girmesi ve İslam’dan uzaklaşıp seküler sisteme geçilmesi.
Dinin kişisel inanç haline getirilerek toplumsal alanların dışına çıkarılması. Dinin kişisel inanç haline getirilerek toplumsal alanların dışına çıkarılması.

 

5

Nasıl Bir Din

Din karşıtlığına dayanan seküler düşünceye, siyasal uzantısı olan modern ulus devlete ve dine bakışını temsil eden protestanlığa göre, dinin toplumsal alanda yeri yoktur. Din, doğrudan Allah İle kul arasında yer alan kişisel bir konudur. Ancak hem Hıristiyanlık hem İslam tarihinde yüzyıllarca tüm alanlarda birinci derecede belirleyici ve etkili olan dinin toplumsal hayatın dışına itilmesi, doğal olarak, toplumun direnciyle karşılaşmıştır. Yüzyılların birikimi ve alışkanlıklarına sahip olan toplumlar, baskılara rağmen birçok alanda dinle ilişkisini sürdürmüştür. Bu durum karşısında, modern devlet, dini; sisteme etki edemeyecek hale getirip denetimi ve yönetimi altına alarak ondan yararlanma yoluna gitmiştir. Bunun için, dini, kanatları ve ayakları kesildiği için yürüyemeyen ve uçamayan ama adı yine de kuş olan bir ucubeye dönüştürmüştür. Özellikle, Diyanet ve İmam Hatipleri üzerinden dindar kesimleri dine hizmet ettiğine inandırarak devlete bağlı kalmalarını sağlamıştır. Diğer yandan; din karşıtı yandaşlarının beklentilerini de dini etkisizleştirerek, sisteme müdahale edemez hale getirerek  ve toplumsal hayattan kopararak karşılamıştır. İki kesimden buna itiraz eden az sayıdaki kişi ve grupları da baskı ve şiddet yoluyla susturarak meseleyi farkeden muhalefetin güç kazanmasını da engellemiştir.

Hem Batı’da hem Türkiye gibi diğer modern devletlerde din; bağlamından, tarihinden, hafızasından ve kaynaklarından koparılarak seküler çerçeveye uyumlu olacak şekilde tanımlanmış ve yapılandırılmıştır. Türkiye’de  Diyanet teşkilatının bu uygulamayı hayata geçirmek  amacıyla kurulduğunu hem anayasa ve yasalar hem de sistemin teorisyenleri zaten açıkça ifade ediyorlar: “Eğer din hizmetleri genel idare içinde değil de toplulukların kendi paralarıyla yürütecekleri hizmetler haline getirilmiş olsaydı devletten ayrı ve ister istemez devlete karşı bir güç olarak belirecek kuruluşların ortaya çıkmasına da katlanmak gerekecekti. Atatürk’ün laiklik konusundaki politikası her şeyi hesaba katan ustaca bir politikadır. Din işleriyle toplum düzeni kesinlikle birbirinden ayrılırken, bu ayrılma dine karşı açıkça bir baskıyla sonuçlanmadı. Amaç, dini, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirmek, onu toplum işlerinden ve toplum görevlerinden sıyrılıp vicdanlara itmekti. Eğer bir cemaat teşkilatı kurulsaydı, bu örgütün kısa bir zamanda büyük para gücüyle ve kenetlenmiş adamlarıyla devletle çarpışan bir güç haline geleceği muhakkaktı. Laik bir devlette, Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde yer alması Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin yani, dini, toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlamı yoktur.”

“İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.”

 

Görüldüğü üzere; belirleme hak ve yetkisi yalnız Kuran ve Peygamberde olup onların izinden giden en ehliyetli  ulemanın bile tasarrufta bulunamayacağı bir konuya din karşıtı sistem müdahale etmiştir. Kuran, Peygamber ve görüş birliği içindeki Müslümanları yok sayarak en temel konuda tasarrufta bulunmuş ve İslam’ın tanımını değiştirmiştir. Bu saldırganlığın Müslümanlar açısından kabul edilmesi, mazur gösterilmesi, olumlu karşılanması mümkün olmadığı halde, İslam’a hizmet iddiasında olan bazı kişi ve gruplar bunu mazur gösterip  tasvip etmişlerdir. Bir takım yorumları, temel kaynaklardaki hükümlerin üstünde göstererek yapılanları meşrulaştırma çabasına girmişlerdir.

Oysa İslam, birbirinden kopması mümkün olmayan bir bütündür ve dört ana başlık altında toplanmıştır: İnanç, İbadet, Ahlak ve Muamelat! Dini, bireysele indirgeme kararlılığında olan   Devlet, toplumsal alanla ilgili konuları ve hükümleri içeren Muamelatın içinde yer almadığı bir din oluşturmakla kalmamış, birbiriyle bağlantıların kopararak diğer üç alanın da içini boşaltmıştır. Bu; budanmış, parçalanmış, bütünlüğü bozulmuş, anlamını yitirmiş, kimliksizleştirilmiş bir din demekti.

En az bunun kadar vahim olan bir konu da devletin, yaptıklarının arkasında durmayarak uygulamadaki din karşıtı tutumunu toplumun karşısında tersine bir söylem kullanarak toplumu yanıltmasıdır. Bir yönetimin, toplumuna yapacağı bundan daha büyük kötülük herhalde tasavvur edilemez. Sözde demokrasinin gereği olan siyasal partiler de iktidara giderken aynı davranış kalıplarına göre hareket etmişlerdir. Allah, Kuran, Peygamber, Din, İman, Ahlak nutukları ile toplumu iğfal etmekten geri durmamışlardır. Dini, devletin politikalarına göre yapılandırmak ve yönetmek üzere, genel idare içinde oluşturulan ve dinî bir kurum olmayan Diyanet teşkilatını topluma dinin temsilcisi olarak göstermişlerdir.

Arka planı görme imkanına sahip olmayan kitleler ise, devlete duydukları geleneksel güvenle önlerine sürüleni bildikleri din zannederek sahiplenmişlerdir. Devlet ve siyasi iktidarların, dini, bağlamından kopararak yozlaştırmaya ve etkisizleştirmeye yönelik yanıltıcı tutumunu fark edememişlerdir. Sonuçta toplum; sahte din ve dindarlığı gerçek, gerçek din ve dindarlığı sahte sayar hale getirilmiştir. Öyle ki, İslam’ı kaynaklarına göre yaşamak isteyenler suçlu muamelesine uğrayarak dışlanmış, baskı ve şiddetle sindirilmiş, cezalandırılmış, hatta hainlikle bile yaftalanmışlardır. Devletin din anlayışını benimseyenler el üstünde tutularak himaye görmüş,  önlerine imkanlar serilmiş ve dinin temsilcisi olarak muhatap alınmışlardır.

Türkiye gibi seküler devletlerin varlığını sürdürmeye izin verdikleri, dinin kendisi değil, altın rengine boyanmış teneke kırıntılarına benzer parçalarıdır.

6

İman; insanın neye, nasıl inanması; neyi nasıl reddetmesi gerektiğini ortaya koyan bilgi, hüküm ve ilkeleri kapsar. Dinin temeli Allah inancıdır. Allah insanların ne yapması, nasıl yaşaması, neleri yapmaması gerektiğini gönderdiği kitaplar ve elçiler aracılığıyla bildirmiştir. Kitap, ana çerçeveyi, temelleri ve genel hükümleri; elçiler ise, bunların uygulamasını göstermişlerdir. Toplamda, insanın inanç ve uygulamada karşılaşacağı konuların yanında, ne yapmaması gerektiği de bu iki kaynak aracılığıyla bildirilmiştir. İnançla ilgili bildirilen temellerden biri de ölümden sonraki hayattır. KIsaca; Allah’a, Peygamberlere, ölümden sonra bir hayatın varlığına ve kitaplarda bildirilenlere inanmak İslam’ın öne çıkan esaslarıdır.

Pek çok kaynakta “amentü” olarak da bilinen iman esasları ile ilgili bilgiler yer almaktadır. İman, yaygın olarak “dil ile ikrar kalb ile tasdik” biçiminde tanımlanmıştır. İmanı, söylemden ibaret kabul eden yaygın kanaat ve kabulün aksine, “kalb ile tasdik” inancın hayatla ve uygulamayla bütünleşmesinin gerekli olduğunu gösteren şarttır. Değilse, “dil ile ikrar” yeterli sayılırdı. Bunların da ötesine geçerek “iman; dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve amelleri işlemektir” şeklinde tanımlayarak konunun önemine dikkat çeken mezhep imamları ve müctehidler de vardır: “Hâriciyye, Mu’tezîle, Zeydiyye mezhepleri ile  İmam Mâlik (ö. 179/795), İmam Şâfiî (ö. 204/819), İbn Hanbel (ö. 241/855), Hâris el‐Muhâsibî (ö. 243/857) ve İbn Teymiyye (ö. 728/1328) gibi selef âlimleri ve hadisçilere göre iman kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve taatları işlemektir.”

Burada dikkatten kaçmaması ve atlanmaması gereken, imanın; ibadet, ahlak ve muamelattan bağımsız ve ayrı olmadığı hususudur. Zira Kitap ve Peygamberin ortaya koydukları birbirinden ayrılması mümkün olmayan bütünlüktedir. Allah’a inanmak; Kitabın ve Peygamberin vazettiği hükümlerin tümüne inanmayı ve uygulamayı gerektirir.  Söylemden ibaret, uygulamadan kopuk bir inanç bütüne değil, parçalara inanmaktır. Kuran bunu şiddetle reddeder: “Yoksa siz, Kitabın (işinize gelen) bir bölümüne inanıp da (zorunuza giden) bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası, rezil ve aşağılık olmaktan başkası değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

Bu bağlamda; dinin toplum üzerindeki etkisini yok etmeyi amaçlayan seküler düşünce, imanla amelin bağlantılı olmadığı bir tasavvura geçerlik kazandırarak dini etkisizleştirmeyi hedeflemiştir. Niyetleri aynı olmasa da hem erken dönemlerde hem günümüzde bir kısım farklı dinî yorumlara tabi Müslümanlar da aynı tezi savunarak bir bakıma din karşıtı kesimlere ve onların projelerine, bilmeden de olsa dolaylı destek vermişlerdir.

İman/inanç ile amel arasındaki dinamik ilişki, özellikle erken çağlarda başlayan siyasal çatışmalar başta olmak üzere çeşitli nedenlerle pasif bir ilişkiye dönüştürülmüş ve İslam’ın bütünlüğünü zedeleyen bir nitelik kazanmıştır. Dördüncü Halife Hz. Ali döneminde baş gösteren ve çatışmalara neden olan siyasi anlaşmazlıklar, Müslümanlar arasında derin kelamî tartışma ve ayrılıklara yol açmıştır. Bu çerçevede, imanın tanımı ile ilgili ortaya çıkan üç ayrı yaklaşım, siyaset ve hilafet başta olmak üzere, Müslümanların bireysel ve toplumsal alandaki duruş ve davranışlarında belirleyici rol oynamıştır. Ehli sünnetin “amel imandan bir cüz değildir” görüşü, özellikle siyasi alanda ve onun etkisindeki diğer alanlarda Müslümanların adalete uygun davranmalarını engelleyen bir kalkan gibi kullanılmıştır.

Halbuki; Şafii, Maliki ve Hanbeliler amelin imanın şartı olduğu görüşündedirler. Ebu Hanife, teoride farklı düşünse de saltanat yönetimini meşru görmeyerek pratikte onlarla paralel hareket etmiştir.

Gerçek şu ki, amelin olmadığı yerde iman kuru bir ağaçtan farksızdır.

 

Hits: 60

You may also like...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir