Batı’yı yegâne referans sayan bilgi kaynaklarına bakılırsa, demokrasinin kökleri Eski Yunan’a (MÖ 756-146) dayanmaktadır. Ama aradan iki bin yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen on dokuzuncu yüzyıla kadar konuyla ilgili bir gelişme ve uygulama söz konusu olmadı. Bu zaman zarfında; dünya genelinde olduğu gibi Avrupa’da da ağırlıklı olarak monarşi (krallık) yaygın bir yönetim modeli olarak benimsendi ve uygulandı.
Şunu da ifade etmek gerekir ki; Batı’nın kendinden menkul iddialarının aksine, diğer kültür havzalarında, demokrasiyle aralarında benzerlik bulunan monarşi dışı yönetim tecrübeleri daha çok yaşanmıştır. Birçok örnek yanında, yedinci yüzyılda Müslümanların ortaya koyduğu uygulama bu anlamda son derece dikkate değerdir ve üstün özellikler barındırmaktadır. Müslüman, Yahudi ve Müşriklerin kurdukları sözleşmeye dayalı Medine modeli günümüzde bile güncelliğini, hatta alternatifsizliğini korumaktadır.
Bunun yanında; ana eksenden sapmalara yol açan saltanata rağmen Müslümanların egemen olduğu yerlerde bir arada yaşama gibi kimi konularda örnek uygulamalar yüzyıllarca devam edebilmiştir. Batı kaynaklı milliyetçilik hareketlerinin yayılmasına kadar farklı din, inanç ve etnik yapılara mensup topluluklar büyük sorunlar yaşamadan birlikte yaşayabilmişlerdir.
Müslümanların geliştirdikleri özgün yönetim modelini yaşatma iradesi göstermeyip geçmişte saltanata yönelmesi, Müslümanlar bakımından son derece önemli bir savrulma ve yenilgidir. Dolayısıyla insanlık açısından da büyük bir kayıptır.
Uçsuz bucaksız çöllerde dağınık, otorite tanımayan ve bağımsız hareket eden birçok kabilenin oluşturduğu toplumsal yapıyı ilk kez ortak bir yönetim etrafında toparlayabilmek kuşkusuz eşsiz bir başarıdır. Peygamber (as) ve arkadaşları bunu güvenilirlikleri ve ilahi adaleti rehber edinmeleri sayesinde başardılar. Gücün egemenliğine son veren hakkı ve adaleti temel alan bir düzen kurdular. Putlara tapan, içki ve kumara düşkün, faiz ve haksız kazançla yaşayan, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, kadını gayrimeşru ilişkiler için metalaştıran; kısacası her türlü eşitsizliği, zulmü ve haksızlığı olağan sayan cahiliye toplumunu bütün bunları terk eden örnek bir topluma dönüştürdüler.
Ancak bir süre sonra egemen güçlerin sosyal baskısına dayanamayan ve gücün cazibesine kapılan Müslümanlar ehliyet ve şuraya dayalı yönetimi geliştirmek yerine zamanın geçerli ve güce dayalı siyasi modeli olan saltanatı tercih ettiler.
Saltanatla İslam’ı uzlaştırmaktan yana olanlar, İslam’ın temel ilkeleriyle çelişen bu tercihin yanlış olduğunu ileri sürenlere gücün faziletlerini sıralayarak karşı koydular. Müslümanları daha güçlü, İslam’ı daha yaygın bir konuma taşıyacağını iddia ettiler. İslam’ın kısa sürede çok daha geniş bir coğrafyaya yayılmasına vesile olacağına inandılar. Hatta tüm dünyanın Müslüman olması sonucunu doğuracağını bile hayal ettiler.
Ancak nicelikte artış olurken nitelikte büyük kayıplar yaşandı. Siyasetin kuşatıcı ve şekillendiren özelliği, diğer alanları da olumsuz yönde etkiledi. İslam’ın, toplumu dinamik ve diri tutan yapısının yerini pasifizmin alması sonucunu doğurdu. İlkesizliği, eksen kaybını ve yozlaşmayı tetikleyerek zihinsel üretkenliğin yerini hantallık aldı Tahakküm artarken adalet, ahlak ve bilgi üretimi geriledi. İlh…
Hal böyleyken, Müslümanlar toparlanacaklarına tarihin tekerrürü tezine yol açan yeni bir travmayla karşı karşıya geldiler:
Bu kez, yine küresel güçlerin kültürel baskısı ve yer yer dayatması ile geleneksel saltanatın da dayanağı olan gücün ve dünyeviliğin egemenliğini sürdürecek bir sisteme yöneldiler. Dünyanın kaynaklarını sadece kendi refahları için kullanmayı meşru sayan sömürgeci küresel güçlerin ısrarla önerip dayattığı modern demokrasinin kurtarıcı olduğuna artık Müslümanlar da inanıyor.
Çok bilmişlik sendromu yaşayan kimi Müslümanlar da bu sayede mutluluktan uçuşa geçecekleri günü bekliyorlar.