SİYASETSİZ İSLAM / SİYASETSİZLEŞTİRİLEN İSLAM 5
Nasıl Bir Din
Din karşıtlığına dayanan seküler düşünceye, siyasal uzantısı olan modern ulus devlete ve dine bakışını temsil eden protestanlığa göre, dinin toplumsal alanda yeri yoktur. Din, doğrudan Allah İle kul arasında yer alan kişisel bir konudur. Ancak hem Hıristiyanlık hem İslam tarihinde yüzyıllarca tüm alanlarda birinci derecede belirleyici ve etkili olan dinin toplumsal hayatın dışına itilmesi, doğal olarak, toplumun direnciyle karşılaşmıştır. Yüzyılların birikimi ve alışkanlıklarına sahip olan toplumlar, baskılara rağmen birçok alanda dinle ilişkisini sürdürmüştür. Bu durum karşısında, modern devlet, dini; sisteme etki edemeyecek hale getirip denetimi ve yönetimi altına alarak ondan yararlanma yoluna gitmiştir. Bunun için, dini, kanatları ve ayakları kesildiği için yürüyemeyen ve uçamayan ama adı yine de kuş olan bir ucubeye dönüştürmüştür. Özellikle, Diyanet ve İmam Hatipleri üzerinden dindar kesimleri dine hizmet ettiğine inandırarak devlete bağlı kalmalarını sağlamıştır. Diğer yandan; din karşıtı yandaşlarının beklentilerini de dini etkisizleştirerek, sisteme müdahale edemez hale getirerek ve toplumsal hayattan kopararak karşılamıştır. İki kesimden buna itiraz eden az sayıdaki kişi ve grupları da baskı ve şiddet yoluyla susturarak meseleyi farkeden muhalefetin güç kazanmasını da engellemiştir.
Hem Batı’da hem Türkiye gibi diğer modern devletlerde din; bağlamından, tarihinden, hafızasından ve kaynaklarından koparılarak seküler çerçeveye uyumlu olacak şekilde tanımlanmış ve yapılandırılmıştır. Türkiye’de Diyanet teşkilatının bu uygulamayı hayata geçirmek amacıyla kurulduğunu hem anayasa ve yasalar hem de sistemin teorisyenleri zaten açıkça ifade ediyorlar: “Eğer din hizmetleri genel idare içinde değil de toplulukların kendi paralarıyla yürütecekleri hizmetler haline getirilmiş olsaydı devletten ayrı ve ister istemez devlete karşı bir güç olarak belirecek kuruluşların ortaya çıkmasına da katlanmak gerekecekti. Atatürk’ün laiklik konusundaki politikası her şeyi hesaba katan ustaca bir politikadır. Din işleriyle toplum düzeni kesinlikle birbirinden ayrılırken, bu ayrılma dine karşı açıkça bir baskıyla sonuçlanmadı. Amaç, dini, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirmek, onu toplum işlerinden ve toplum görevlerinden sıyrılıp vicdanlara itmekti. Eğer bir cemaat teşkilatı kurulsaydı, bu örgütün kısa bir zamanda büyük para gücüyle ve kenetlenmiş adamlarıyla devletle çarpışan bir güç haline geleceği muhakkaktı. Laik bir devlette, Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde yer alması Türk devriminin özelliklerine uygun bir laikliğin yani, dini, toplum işlerinden kişisel vicdanlara itebilme işinin daha sağlam ve emin yollardan gerçekleştirilmesi dışında herhangi bir anlamı yoktur.”
“İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Cumhurbaşkanlığına bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.”
Görüldüğü üzere; belirleme hak ve yetkisi yalnız Kuran ve Peygamberde olup onların izinden giden en ehliyetli ulemanın bile tasarrufta bulunamayacağı bir konuya din karşıtı sistem müdahale etmiştir. Kuran, Peygamber ve görüş birliği içindeki Müslümanları yok sayarak en temel konuda tasarrufta bulunmuş ve İslam’ın tanımını değiştirmiştir. Bu saldırganlığın Müslümanlar açısından kabul edilmesi, mazur gösterilmesi, olumlu karşılanması mümkün olmadığı halde, İslam’a hizmet iddiasında olan bazı kişi ve gruplar bunu mazur gösterip tasvip etmişlerdir. Bir takım yorumları, temel kaynaklardaki hükümlerin üstünde göstererek yapılanları meşrulaştırma çabasına girmişlerdir.
Oysa İslam, birbirinden kopması mümkün olmayan bir bütündür ve dört ana başlık altında toplanmıştır: İnanç, İbadet, Ahlak ve Muamelat! Dini, bireysele indirgeme kararlılığında olan Devlet, toplumsal alanla ilgili konuları ve hükümleri içeren Muamelatın içinde yer almadığı bir din oluşturmakla kalmamış, birbiriyle bağlantıların kopararak diğer üç alanın da içini boşaltmıştır. Bu; budanmış, parçalanmış, bütünlüğü bozulmuş, anlamını yitirmiş, kimliksizleştirilmiş bir din demekti.
En az bunun kadar vahim olan bir konu da devletin, yaptıklarının arkasında durmayarak uygulamadaki din karşıtı tutumunu toplumun karşısında tersine bir söylem kullanarak toplumu yanıltmasıdır. Bir yönetimin, toplumuna yapacağı bundan daha büyük kötülük herhalde tasavvur edilemez. Sözde demokrasinin gereği olan siyasal partiler de iktidara giderken aynı davranış kalıplarına göre hareket etmişlerdir. Allah, Kuran, Peygamber, Din, İman, Ahlak nutukları ile toplumu iğfal etmekten geri durmamışlardır. Dini, devletin politikalarına göre yapılandırmak ve yönetmek üzere, genel idare içinde oluşturulan ve dinî bir kurum olmayan Diyanet teşkilatını topluma dinin temsilcisi olarak göstermişlerdir.
Arka planı görme imkanına sahip olmayan kitleler ise, devlete duydukları geleneksel güvenle önlerine sürüleni bildikleri din zannederek sahiplenmişlerdir. Devlet ve siyasi iktidarların, dini, bağlamından kopararak yozlaştırmaya ve etkisizleştirmeye yönelik yanıltıcı tutumunu fark edememişlerdir. Sonuçta toplum; sahte din ve dindarlığı gerçek, gerçek din ve dindarlığı sahte sayar hale getirilmiştir. Öyle ki, İslam’ı kaynaklarına göre yaşamak isteyenler suçlu muamelesine uğrayarak dışlanmış, baskı ve şiddetle sindirilmiş, cezalandırılmış, hatta hainlikle bile yaftalanmışlardır. Devletin din anlayışını benimseyenler el üstünde tutularak himaye görmüş, önlerine imkanlar serilmiş ve dinin temsilcisi olarak muhatap alınmışlardır.
Türkiye gibi seküler devletlerin varlığını sürdürmeye izin verdikleri, dinin kendisi değil, altın rengine boyanmış teneke kırıntılarına benzer parçalarıdır.
(Devam edecek)