Bütün toplumları olduğu gibi Müslümanları da bağımlılık derecesinde egemenliği altına alan, yeryüzünün gelmiş geçmiş en yaygın mevcut seküler kültür ve uygarlığının oluşum süreci, Hristiyanlığın geçmişiyle yakından ilgilidir. Eğer Hristiyanlık, istismar ve çıkar aracına dönüşmeseydi Batı’da sekülerleşmenin kapsamlı bir değişim hareketi olarak doğması, gelişmesi ve önlenemez bir güç haline gelmesi mümkün olmazdı. Kendini yenileyerek ve güçlenerek insan soyunu peşinden sürükleyecek ve hepimizin hayatını kuşatacak büyüklüğe ulaşamazdı.
Tüm vahye dayalı dinler gibi gerçek adı İslam olan Hristiyanlığın yozlaşması sekülerleşmeye zemin oluşturmuş ve süreç içinde etkili bir akıma dönüşmesine imkan hazırlamıştır. Hazreti İsa’nın kısa süren Peygamberlik döneminde temelleri atılmış olan inancın kurumsallaşamaması, tüm dinler ve sistemlerin içine düştüğü yozlaşma çıkmazına, Hristiyanlığın da erkenden girmesine yol açtı.
Hz İsa, yozlaşmış olan ilahi dini yenilemek ve yanlışlardan arındırmak üzere kendilerini Yahudi olarak tanımlayan İsrailoğullarına gönderilmiş bir peygamberdi. Ancak onlar, kendilerini aşağılık bir topluluk olarak gören ve insani olmayan her türlü muameleye tabi tutan Roma Devletiyle Hz İsa’ya karşı işbirliği yapmakta sakınca görmediler. Kendilerinden olan Peygamberi darağacına mahkum ettirinceye kadar düşmanlıkta bulundular. Özetle; çok tanrılı inancı benimsemeyenlere müsamaha göstermeyen Roma Devleti ile Tek tanrılı dinin bozulmuş halini temsil eden Yahudiler Hz İsa’ya karşı birleştiler. Bu iki gücün düşmanlığı karşısında büyük zorluklara göğüs geren Hz İsa, Allah (vefat ettirerek) kendi katına yükseltinceye kadar”[1] mücadeleye devam etti.
Dünyadan çekilmesi sırasında, Hz İsa’nın öğretisi bir araya getirilmemiş, dağınık bir haldeydi. Toparlanması ve sistematik bir bütünlüğe kavuşturulması ona inananlar tarafından üstlenildi. Bu konuda en etkili aktörün Aziz Pavlus olduğu ilgili kaynaklar tarafından paylaşılmaktadır.
Pavlus, kendi yorumlarını da ekleyerek Eski ve Yeni Ahit’i harmanlamış ve Kitabı Mukaddes’i oluşturmuştur. Bunu yaparken, doğal olarak, Hz. İsa’ya gelen vahiylerin arasına beşeri düşüncelerini de eklemiştir. Ortaya çok sayıda farklı İncil çıkması başkalarının da aynı yönteme başvurmasının sonucu olduğu söylenebilir. Bu nedenle, insan düşüncesinin İncilde yer almasını yozlaşmanın ilk aşaması olarak kaydetmek gerekir.
Roma’nın uzun süren baskı ve şiddete son vererek Hristiyanlıkla uzlaşmaya girmesi yozlaşmada ikinci aşama olarak nitelenebilir. 379 yılında İmparator I.Theodosius tarafından Paganizm yasaklanmış ve Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak kabul görmüştür. Uzlaşma, karşılıklı etkileşim anlamı taşıdığından pagan inanışından bazı unsurlar Hristiyanlığa geçmiştir. En önemli ve esasa yönelik olanı, hiç kuşkusuz çok tanrılı (pagan) dinlerin bir çoğunda bulunan “üçlemeler”den esinlenen ve vahye dayalı tevhid dinini temelden sarsmış olan “teslis” inancıdır. İlahi dinin tüm konu ve alanlarını şekillendiren temel belirleyici konumundaki Allah inancını zedelediği için etkisi ve sonuçları çok büyük olmuştur.
Filistin’de doğup Roma İmparatorluğunun topraklarında yayılan Hristiyanlığın birinci yüzyıldan itibaren Yunan felsefesine göre şekillenen Roma kültür ve felsefesinden etkilenmesi de yozlaşmanın önemli nedenlerindendir. Kilise babalarının,[2] Yeni Ahit’in (İncil) öğretilerini felsefi yaklaşımlara göre anlamlandırmak, açıklamak ve temellendirmek üzere oluşturdukları Patristik Felsefeyi bu konuda anmak gerekir. Beşeri akla dayanan felsefenin vahyin eseri olan dinle sorunsuz bir uzlaşı sağlaması mümkün olmadığından ikisi de asli kimliğini tümüyle koruyamamış ve karşılıklı olarak birbirlerinden etkilenmişlerdir. Böylece oluşan eklektik yapı kaçınılmaz olarak yozlaşmayı tetiklemiştir.
Hristiyanlığa bağlı olan ve sekizinci yüzyıla kadar süren Patristik felsefenin yerini alan ve onbeşinci yüzyıla kadar etkili olan Skolastik Felsefe de genel anlamda aynı işlevi sürdürmüştür. Hem Partistik hem Skolastik akım, felsefenin dinin hizmetinde olması gerektiği görüşünün eseridir.
[1] Nisa 158
[2] Bizdeki tabiin, müctehid kavramlarını karşılayan bir adlandırma olarak düşünülebilir.