Kurtuluş Savaşını Osmanlı Kazandı
Özellikle yakın tarihimizin övgü-yergi kısır döngüsünün dışına çıkılarak doğru bilgiye dayalı tesbitlerin ışığında değerlendirilmesini sağlamalıyız. Doğru bilgi ve doğru tesbitler, öncelikle hem Osmanlı, hem Cumhuriyet savunması, övgüsü ve yergisi amaç edinilmeden ulaşılması gereken bir noktadır.
Osmanlı’nın sona ermesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile ilgili olarak içine sürüklenmiş bulunduğumuz kafa karışıklığı ve kavram kargaşasından sıyrılma ihtiyacı hayli zamandır bir zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır. Çünkü, içinde bulunduğumuz sorunlar, o günlerin mirası damgasını taşımaktadır.
Her şeyden önce, Kurtuluş ve Kuruluş’un hangi temeller üzerine bina edildiği ve arka planda hangi yönlendirici değerler dizisinin bulunduğu doğru bir biçimde ve tarihi gerçekler tahrif edilmeden tespit edilmelidir.
Kurtuluş Mücadelesi’nin gerekçesi, üzerinde en az tartışılan, farklı bakış açısı ve buna bağlı farklı değerlendirmelerin en az olduğu konudur. Farklı görüşte bulunanların konunun sadece bu yönü üzerinde mutabakat sağlamış oldukları görülüyor.
Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı, bugünkü Türkiye sınırları ve Musul Vilayeti dışında, hüküm sürdüğü topraklar üzerindeki iddiasını kaybetmişti. Bir kısmı işgal edilmiş olan bu toprakların da elden çıkma ihtimali baş göstermiş bulunmaktaydı.
Elde kalan toprakların işgalden kurtarılması amacıyla, bu sınırlar içinde yaşayan ve kahir çoğunluğunu Türklerin ve Kürtlerin oluşturduğu Müslüman ahali, topyekun bir mücadele başlatmıştı. Bu mücadeleye; yerel güçler, askeri ve mülki erkân, varolan imkânlarıyla destek verme konusunda ortak bir anlayış etrafında kenetlenmişlerdi.
İlk somut çabalar, yerel güçler tarafından Kongreler eliyle başlatılmıştı. Bu amaçla, 1918 yılından itibaren yurdun pek çok yerinde Müdafaa-i Hukuk ve benzeri isimlerle kurulan pek çok cemiyet, işgale karşı mücadele ve bağımsızlık fikrinin dalgalar halinde yayılmasını sağlıyordu. Devlet’in zaaf içinde olması, işgali önleyecek ve bağımsızlığı sağlayacak güce, tek başına yeterli olmaması, yerel güçlerin işin bir tarafından tutmasını zorunlu hale getiriyordu.
Böylece, Osmanlı Devleti’nin karşı karşıya kaldığı bozgundan artakalan gücü ile Misakı Milli sınırları içinde yaşayan Müslüman ahalinin canhıraş gayretleri birleşerek Kurtuluş Mücadelesini örgütlüyordu.
Bütün olumsuz şartlara rağmen, Osmanlı Hilafet ve Saltanatı varlığını sürdürüyor ve hareket bu semboller ve Din’e dayalı temalar etrafında şekilleniyordu.
Başta Mustafa Kemal olmak üzere, bu hareketi yürüten ve yönetenler, Osmanlı Devlet sistemi içinde görev ve sorumluluk üstlenmiş insanlardı. Devlet’in maddi ve manevi imkânlarını kullanarak çabalarını sürdürmüşlerdir. Başka bir deyişle; bu imkânlar olmasaydı, hareket bu şekilde başlatılıp sürdürülemezdi.
Mustafa Kemal’in Osmanlı Paşası sıfatıyla olağanüstü askeri ve mülki yetkilerle Anadolu’ya görevli olarak gönderilmesi başta olmak üzere, Kurtuluş Mücadelesi’nin bütün aşamalarında Osmanlı Devleti’nin kurumsal imkânları kullanılmıştır. Erzurum Kongresi, Kolordu Komutanı sıfatıyla Osmanlı Devleti’nin o dönem için en organize askeri birliklerine komuta eden Osmanlı Paşası Kazım Karabekir’in ve bölgenin Mülki erkânının himayesinde yapıldığı bilinen bir husustur. Devlet’in askeri gücüne komuta eden Kazım Karabekir müdahale etmemiş olsaydı Mustafa Kemal, başlangıç aşaması olan Erzurum Kongresi’ne katılamayacak ve muhtemelen sürecin dışında kalmış olacaktı. Sivas Kongresi, Büyük Millet Meclisi’ne yurt genelinde üye seçilmesi ve Ankara’ya gönderilmesi, Meclis’in açılması ve ardından hükümet teşkili, bütünüyle o gün için Osmanlı Devleti’nin kurumsal varlığının imkânlarıyla gerçekleşmiştir. Bir an için Devlet’e ait maddi-manevi araçların olmadığını düşünecek olursak, önümüze Kurtuluş süreci ile ilgili fotoğrafın bildiğimiz şekliyle çıkması ihtimal dışıdır. Savaşı yürüten ve zaferle taçlandıran nizami ordu da yeni kurulmuş değildi. Yüzyıllardır oluşmuş bulunan askeri yapının kurumsal bir devamı niteliğindeydi.
Bunun içindir ki; bazılarının iddia ettiği gibi; Milli Mücadele, tek başına sivil bir inisiyatifin yürüttüğü bir mücadele değil, sivil-toplumsal desteği yanına alan Osmanlı Devleti’nin kurumsal kimliğiyle yürüttüğü bir süreçtir.
Zaten savaş süresince, hatta Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar ortada Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet bulunmamaktadır. Savaş bittikten ve barış anlaşması imzalandıktan sonraki bir tarihte Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Şu tarihlere bir kez daha zihnimizi yoğunlaştıralım:
19 Mayıs 1919 – Mustafa Kemal Paşa’nın Görevli Olarak Samsun’a Çıkışı
23 Temmuz 1919 – Erzurum Kongresi
04 Eylül 1919 – Sivas Kongresi
23 Nisan 1920 – Büyük Millet Meclisi’nin Açılması
12 Eylül 1921 – Sakarya Meydan Muharebesi
30 Ağustos 1922 – Büyük Taarruz’un kazanılması
01 Kasım 1922 – Saltanat’ın Kaldırılması
16 Nisan 1923 – Birinci Meclis’in Sona ermesi
24 Temmuz 1923 – Lozan Antlaşması’nın İmzalanması
29 Ekim 1923 – Cumhuriyet’in İlanı
03 Mart 1924 – Halifeliğin Kaldırılması
Son sıradaki Halifeliğin kaldırılmasına kadar Osmanlı Devleti varlığını sürdürmüştür. Buna paralel olarak Kurtuluş’un öncü isimleri ve sorumluluk mevkiinde bulunanlar; o dönemde Hilafet, Saltanat ve Din’e (şer’i ahkam) bağlı olduklarını her vesileyle teyid etmişlerdir. Hareketin lideri Mustafa Kemal Paşa’nın 1924’e kadar yaptığı konuşmalar, başta Padişah olmak üzere pek çok kimseyle yaptığı yazışmalar incelendiğinde, bu bağlılık kuşkuya yer bırakmayacak şekilde doğrulanmaktadır.
Kurtuluş’u gerçekleştiren Meclis’in çıkardığı Anayasa, Yasalar ve Meclis’te yapılan konuşmalar; Osmanlı Devleti’nin, Hilafet’in, Saltanat’ın ve Şeriat hükümlerinin sürdüğünün açık belgeleridir. Bu bilgilere, devletin arşivlerinden ve devlet kurumlarının kimi yayınlarından ulaşmak son derece kolaydır.
İşte,Türkiye Büyük Millet Meclisi Vakfı tarafından yayınlanan “Türk Parlamento Tarihi”nden (1919–1923 1.Cilt) özet olarak aldığımız bir birkaç örnek:
1- Ankara’da 23 Nisan 1920 tarihinde ilk defa toplanacak olan Büyük Millet Meclisi’nin açılışı için Heyeti Temsiliye Adına Mustafa Kemal imzasıyla yurdun her tarafındaki askeri ve mülki makamlara beş maddelik bir program gönderilmiştir. Bu metnin bütünü dini içerikli bir programa yer vermektedir. Yer darlığı nedeniyle yalnızca ikinci maddesini aktarmakla yetineceğiz:
“Vatanın istiklali, makamı muallâyı(yüce) Hilafet ve Saltanatın kurtarılması gibi en büyük ve hayati görevleri yapacak olan Büyük Millet Meclisi’nin açılış günü Cumaya rastlatılmaktadır; o günün kutluluğundan faydalanılacak ve açılışından önce bütün mebuslar ile Hacı Bayram Veli Camii şerifinde Cuma namazı kılınarak, okunacak salat ve Kuran’ın nurundan feyiz alınacaktır.
Namaz kılındıktan sonra Peygamber’imizin sakalı ve sancağı el üstünde olduğu halde özel daireye gidilecektir. Özel daireye kadar Kolordu Komutanı askeri birliklerle özel tertibat aldıracaktır.”
2- Mustafa Kemal Paşa’nın 24 Nisan 1920’de Meclis’in açıldığı ikinci gün Meclis’te yaptığı uzun konuşmasında; Hilafet, Saltanat, İstiklal ve Din vurgusu hâkimdir. Yine bu konuşmada “Üçüncü Ordu Müfettişi ve Yüce Padişahın Fahri Yaveri Mustafa Kemal” imzasını kullandığını bizzat kendisinden öğrenmekteyiz. Ayrıca, konuşmanın içinde kendisinin Padişah tarafından atandığını birkaç defa özellikle tekrarlamaktadır.
3- Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı ilk günlerde; biri Ülke kamuoyuna, biri de İslam Alemi’ne iki bildiri yayınlanmıştır. Bildirilerdeki vurgular, diğer metinlerde olduğu gibi; Hilafet, Saltanat, İstiklal ve Din ağırlıklıdır.
4- 23 Nisan 1920’de Birinci Meclis’in açılmasından altı gün sonra 29 Nisan 1920 birleşiminde kabul edilen “ Hiyaneti Vataniye Kanunu”nun birinci maddesi (Bugünkü Türkçeyle): “Yüce Hilafet ve Saltanat makamı ve Osmanlı Devleti’ni yabancıların elinden kurtarma ve saldırıları savmak amacına yönelik olarak oluşturulan Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine isyanı içeren sözle veya eylemle veya yayın yoluyla muhalefet veya bozgunculukta bulunan kimseler vatan haini sayılır.”
5- Büyük Millet Meclisi’nin açılışının beşinci gününde teklif edilen ve daha sonra yasalaşan “ Men’i Müskirat (Alkollü İçkinin Yasaklanması) Kanunu’nun gerekçesi, içkinin dinen haram sayılmasından ibarettir.
6- 5 Eylül 1920’de kabul edilen “Nisabı Müzakere Kanunu”(Yeterlik Sayısı Kanunu)nun birinci maddesi (Bugünkü Türkçeyle): “Büyük Millet Meclisi, Hilafet ve Saltantın, Vatan ve Milletin kurtuluş ve istiklalinden ibaret olan gayesinin gerçekleşmesine kadar aşağıdaki şartlar dairesinde sürekli toplanır.”
7- Büyük Millet Meclisi’nin 20 Ocak 1921’de kabul ettiği Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun (Anayasa) 7.Maddesi ilk sırada “Ahkâmı şer’iyenin tenfizi”(Şeriat hükümlerini yerine getirme) görevini Meclis’e yüklemektedir. Bir ülkenin en temel hukuki belgesi niteliğinde olan Anayasa; Osmanlı’nın hukuk sisteminin ana gövdesi olan İslam hukukunu uygulama yükümlülüğünü
bizzat anayasayı çıkaran Büyük Millet Meclisi’nin görevi saymaktadır.
Bunlar ve benzeri pek çok örnekte, Kurtuluş mücadelesi’nin savaş yıllarındaki hedef ve gayeleri açıkça ifade edilmiştir.
Ancak, Kurtuluş Mücadelesi’ni yürüten Birinci Meclis’in tasfiyesiyle imzalanan Lozan Antlaşması’nın ardından başlayan süreçte, belirtilen hedef ve gayeler yok sayılmıştır. Cumhuriyet’in kurulması, daha sonra Hilafetin kaldırılması ile Kurtuluş’un itici gücü ve kaynağı olan düşünce ve semboller, kendisiyle savaştığımız düşmanın; yani, işgalci Batı’nın değerler dizisi ile yer değiştirmiştir. Uğruna savaşılan değerler düşman, düşmana ait değerler dost haline gelmişti. Böylece, İslam Kültür ve Medeniyeti’nin kurumsal temsili, Osmanlı’nın sona ermesiyle ortadan kalkmıştır.
Osmanlı’nın yerine kurulmuş olan Cumhuriyet, Batı Kültür ve Medeniyeti’nin İslam Coğrafyasında Devlet katındaki temsilini üstlenmiştir.
Pzt, 25/12/2006 – 02:40 — Mehmet Alkış http://www.cemaat.com