SİYASETSİZ İSLAM / SİYASETSİZLEŞTİRİLEN İSLAM 6
İman; insanın neye, nasıl inanması; neyi nasıl reddetmesi gerektiğini ortaya koyan bilgi, hüküm ve ilkeleri kapsar. Dinin temeli Allah inancıdır. Allah insanların ne yapması, nasıl yaşaması, neleri yapmaması gerektiğini gönderdiği kitaplar ve elçiler aracılığıyla bildirmiştir. Kitap, ana çerçeveyi, temelleri ve genel hükümleri; elçiler ise, bunların uygulamasını göstermişlerdir. Toplamda, insanın inanç ve uygulamada karşılaşacağı konuların yanında, ne yapmaması gerektiği de bu iki kaynak aracılığıyla bildirilmiştir. İnançla ilgili bildirilen temellerden biri de ölümden sonraki hayattır. KIsaca; Allah’a, Peygamberlere, ölümden sonra bir hayatın varlığına ve kitaplarda bildirilenlere inanmak İslam’ın öne çıkan esaslarıdır.
Pek çok kaynakta “amentü” olarak da bilinen iman esasları ile ilgili bilgiler yer almaktadır. İman, yaygın olarak “dil ile ikrar kalb ile tasdik” biçiminde tanımlanmıştır. İmanı, söylemden ibaret kabul eden yaygın kanaat ve kabulün aksine, “kalb ile tasdik” inancın hayatla ve uygulamayla bütünleşmesinin gerekli olduğunu gösteren şarttır. Değilse, “dil ile ikrar” yeterli sayılırdı. Bunların da ötesine geçerek “iman; dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve amelleri işlemektir” şeklinde tanımlayarak konunun önemine dikkat çeken mezhep imamları ve müctehidler de vardır: “Hâriciyye, Mu’tezîle, Zeydiyye mezhepleri ile İmam Mâlik (ö. 179/795), İmam Şâfiî (ö. 204/819), İbn Hanbel (ö. 241/855), Hâris el‐Muhâsibî (ö. 243/857) ve İbn Teymiyye (ö. 728/1328) gibi selef âlimleri ve hadisçilere göre iman kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve taatları işlemektir.”
Burada dikkatten kaçmaması ve atlanmaması gereken, imanın; ibadet, ahlak ve muamelattan bağımsız ve ayrı olmadığı hususudur. Zira Kitap ve Peygamberin ortaya koydukları birbirinden ayrılması mümkün olmayan bütünlüktedir. Allah’a inanmak; Kitabın ve Peygamberin vazettiği hükümlerin tümüne inanmayı ve uygulamayı gerektirir. Söylemden ibaret, uygulamadan kopuk bir inanç bütüne değil, parçalara inanmaktır. Kuran bunu şiddetle reddeder: “Yoksa siz, Kitabın (işinize gelen) bir bölümüne inanıp da (zorunuza giden) bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası, rezil ve aşağılık olmaktan başkası değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.”
Bu bağlamda; dinin toplum üzerindeki etkisini yok etmeyi amaçlayan seküler düşünce, imanla amelin bağlantılı olmadığı bir tasavvura geçerlik kazandırarak dini etkisizleştirmeyi hedeflemiştir. Niyetleri aynı olmasa da hem erken dönemlerde hem günümüzde bir kısım farklı dinî yorumlara tabi Müslümanlar da aynı tezi savunarak bir bakıma din karşıtı kesimlere ve onların projelerine, bilmeden de olsa dolaylı destek vermişlerdir.
İman/inanç ile amel arasındaki dinamik ilişki, özellikle erken çağlarda başlayan siyasal çatışmalar başta olmak üzere çeşitli nedenlerle pasif bir ilişkiye dönüştürülmüş ve İslam’ın bütünlüğünü zedeleyen bir nitelik kazanmıştır. Dördüncü Halife Hz. Ali döneminde baş gösteren ve çatışmalara neden olan siyasi anlaşmazlıklar, Müslümanlar arasında derin kelamî tartışma ve ayrılıklara yol açmıştır. Bu çerçevede, imanın tanımı ile ilgili ortaya çıkan üç ayrı yaklaşım, siyaset ve hilafet başta olmak üzere, Müslümanların bireysel ve toplumsal alandaki duruş ve davranışlarında belirleyici rol oynamıştır. Ehli sünnetin “amel imandan bir cüz değildir” görüşü, özellikle siyasi alanda ve onun etkisindeki diğer alanlarda Müslümanların adalete uygun davranmalarını engelleyen bir kalkan gibi kullanılmıştır.
Halbuki; Şafii, Maliki ve Hanbeliler amelin imanın şartı olduğu görüşündedirler. Ebu Hanife, teoride farklı düşünse de saltanat yönetimini meşru görmeyerek pratikte onlarla paralel hareket etmiştir.
Gerçek şu ki, amelin olmadığı yerde iman kuru bir ağaçtan farksızdır.