“Müslümanım diyorsun, peki Ubeydullah’ı niye öldürdün? Öldürmediysen katillerin dilini bilen sen niye katilin peşine düşmedin? İki halde de suçlusun!”  

 


Hafızayı tazelemek için Ubeydullah Dalar ile ilgili yazılanlardan seçmeler:

 

Yeraltı medreseleri ve Hizbullah

Yıldırım Deniz (Taraf – 16 Eylül 2012)

Türkiye’de Hizbullah’ın ne zaman, kimler tarafından, hangi dış istihbarat servislerinin desteği ile kurulduğuna yönelik kamuoyunda bilinenlerin tam olarak gerçeği yansıtmadığı kanaatindeyim. Tam olarak diyorum çünkü bu konuda bilinenler, Hizbullah’ın kuruluşundan çok zaman sonra Hüseyin Velioğlu’nun ilk kurucu kadroyu tasfiye etmesinden ve Hizbullah’ın dış güçlerin hakimiyetinden çok, iç derin yapılanmaların etki alanına girmeye başladığı dönemden sonraki sürecin bilgisidir.

Hizbullah’ın kurulduğu ve geliştiği sosyolojik zeminin, dünyanın kaynayan kazanını andıran Ortadoğu’nun diğer bölgelerinde olduğu gibi, radikalizme ve dine eğilime müsait bir zemin olmasının sebeplerini bu yazıda ele alacak değilim. Ancak Hizbullah’ın tam da böyle bir zemin üzerine kurulduğunu ileri süreceğim ve bilhassa başlangıç aşamasında, ne iç ne dış hiçbir gücün yapay müdahaleleriyle kurulmadığını, bölgenin öz dinamikleri üzerine boy verdiğini, gerek kendim gerekse yakın çevremin gözlemlerine dayanarak kanıtlamaya çalışacağım.

Kemalist rejimin jakoben Fransız usulü laiklik anlayışı ve PKK’nin Lenin ve Stalinvari bir şekilde metafiziği reddeden din karşıtı söylemi, ezici çoğunluğu oluşturan dindar Kürtleri hep rahatsız etti. Bu örgüte destek verenlerin büyük çoğunluğu dahi, milli duygular ve hak hukuk temelinde destek verdi PKK’ye. Bu din karşıtı yön, bilinçli olarak görmezden gelindi uzun yıllar. Çünkü yaşanan acılar büyüktü ve söz konusu din karşıtlığı ihmal edilebilir bir ayrıntı olarak görülüyordu. Bu arada gözlerden uzakta, Mezopotamya’nın dağ ve ova köylerinde faal olan ve halk tarafından finanse edilen yer altı medreselerinde (yer altı diyorum çünkü gerek akademik camiada gerekse kamuoyu nezdinde bilinmeyen ve işlenmemiş medreseler olmaları nedeniyle bu tanımlamayı kullanıyorum) bir yandan Kemalist rejimin din karşıtı tavrına, diğer yandan PKK’nin din düşmanı zihniyetine eşit uzaklıkta mesafeli ve her ikisinde öfkeli ve karşı bir anlayış filizlenmeye başladı. Bu anlayış, kökleri çok arkaik bir miras olan dini deneyime dayanan, fazlasıyla donanımlı ve devrimci karakterde, mutasavvıf, mütedeyyin müderrislerin öncülüğünde gün geçtikçe büyüyen ve ardına güçlü rüzgârı almış bir dalgayı andırıyordu. Bu oluşumun, devletle ve iktidar partileriyle göbekten bağlı; fazlasıyla dünya ehli şeyhleriyle, müritlerine afyon niteliğinde bir din anlayışı enjekte eden diğer tarikatlardan farklı ve onların bölgedeki etkinliklerine karşı mücadele eden özgün bir yapıları vardı. Ancak bu oluşumun mimarları olan müderrisler de bir dönem İran devriminin etki alanına girdiler. İlmi faaliyetler için önce kendileri İran’ın medreseleriyle ünlü Kum kentine gidip geldiler, sonrasında gözde öğrencilerini gönderdiler. Köylerde başlayan bu hareket, açılan kırtasiye ve kitap evleri vasıtasıyla, doğu ve güneydoğu’nun diğer şehir merkezlerine de yavaş yavaş yayıldı.

Gün geçtikçe büyüyen bu hareketin siyasi liderlerinden biri, daha sonra bu yapının içine ustaca sızan Hüseyin Velioğlu’ nun heyecanlı kadrosu tarafından birkaç kez öldürülmek için kaçırılma teşebbüsünde bulunulan Seyyid Molla Abdulhakim idi. Bir diğeri ise, yine Hüseyin Velioğlu’nun zulmü ve ölüm tehditleri sebebiyle, ailesiyle Kuzey Irak’a kaçarak Mesut Barzani’nin himayesindeki medrese alimi Şeyh Osman’a sığınan, ruhani lider Molla Sadık idi. Mardin merkeze bağlı Kumlu köyü yer altı medresesi bu kişiler tarafından kurulmuştu. Bu medreselerin yöredeki diğer medreselerden hem metod hem de politik duruş açısından farkları, ilk çekirdek kadronun değer verdiği Molla Süleyman Kurşun’un bir röportajında şu şekilde anlatılmıştır:

“Biz burada Kürdistan medreselerinde olmayan yeni bir uygulama başlattık. Yani medreseyi bir reforma tabi tuttuk. Daha önce geleneksel olan medreseyi modernize ettik. Çağdaş İslam alimlerinin (Seyyid Kutup, Said Havva, Mevdudi gibi…) kitaplarını medreseye yerleştirdik.

Kürdistan’da devam edip gelen metot çok yorucuydu. Geleneksel eğitimde bizim hocalarımız 20-30 senelerini medreselere verirlerdi. Şu an bir insan buna müsait değil. Yani erken bitirip hayata atılıyorlar. Öğrencilerin çoğu medreseyi bitirdikten sonra ilk-orta ve lise, bazı kardeşlerimiz de ilahiyatı hariçten alabiliyorlar. Dolayısıyla artık öğrenciler ömürlerinin yarısını medreseye veremezlerdi. Biz o geleneksel metodu kısalttık. Diğer yandan da bu çağdaş kitapları okuttuk. Tefsir, Hadis, Fıkıh usulü gibi ilimleri de okuttuk. Daha önceleri bunlar pek okunmuyordu. Yalnızca alet ilimleri dediğimiz sarf, nahiv, mantık, belagat gibi ilimler okunuyordu. 12 ilimden ibaret olan bu alet ilimlerinin tahsilini, öğrenci medresede yapıyordu, mezun olduktan sonra da kendi iradesiyle baş başa kalıyordu. Artık molla olan öğrenci, ister Fıkıh ilmini geliştirir, ister Akaid ilmini geliştirir vs. Kısaca kendi ihtisasını medrese tahsilini bitirdikten sonra kendi başına yapardı. İşte biz bunu medrese sürecine taşıdık.

Medrese eğitimi ile birlikte İslam’dan yani, Kur’an-ı Kerim ve Rasulullah’ın sahih sünnetinden algıladığımız doğrultuda ilahi tevhid mesajını gür bir seda ile halka iletiyorduk. Dolayısı ile zalim ve mazluma karşı tavrımız net olduğu için, dünya mustazaflarını net bir ifade ile müdafaa ediyorduk. Özellikle Kürt halkının karşı karşıya kaldığı dramları, dolayısıyla Kürt halkının mazlumiyetini de gür bir sesle dile getiriyorduk. Açık bir dil ile halkımıza tüm sorunlarının yegâne çözümünün İslam’da olduğunu dile getiriyorduk.”

Mardin Kumluca yer altı medresesi açıldığında, ben 13 yaşlarında, yazları Arapça ve dini ilimleri öğrenmek için o medreseye öğrenim görmeye giden ve orada yatılı kalan bir öğrenciydim. Hüseyin Velioğlu’nun o köye gelişine defalarca tanıklık ettim. Molla Abdulhakim’le aralarında geçen tartışmalara şahit oldum. Hatta hiç unutmam ilk karşılaşmaları esnasında “Seyda, siyasal mezunu bir genç sizinle tanışmak ve cemaatinize katılmak istiyor” şeklindeki konuşmaya da şahit olmuştum. Seyda pek sıcak bakmıyordu, çünkü ne de olsa Kemalist sistemin okullarında eğitim görmüş, mezun olmuş birine hemen inanacak kadar saf değildi; Abdullah Öcalan’a da bu nedenle hep mesafeliydi. Velioğlu’na hep soğuk baktı. Hiç içinin ısınmadığını defalarca belirttiğine şahit oldum. Bir gün yakın bir arkadaşına “Ben Velioğlu’nun hangi istihbarat servisine çalıştığını merak ediyorum, yoksa ajan olduğuna dair zerre kuşkum yok.” şeklinde konuştuğuna da tanık oldum. Ama kendi dışındaki kadrolar üzerinde etkili olan Velioğlu, siyasi lidere rağmen cemaate girmeyi başardı. Ve cemaate girer girmez de, PKK ile mücadele fikrini işlemeye başladı. Molla Abdulhakim ise, PKK’nin ideolojisinin halkın gerçekliği ve inançlarıyla çatışmasına ve liderlerine kuşkuyla bakmasına rağmen, onların devlet zulmüne başkaldıran beyinler tarafından kurulduğuna ve arkalarında mağdur ve de mazlum yığınların desteğinin bulunduğuna inanan bir liderdi. Ayrıca o, bir halkın kendi hakları için yaptığı mücadeleyi İslam’ın özüne aykırı görmüyordu. Fakat bu mücadele tarzının şiddet boyutlarıyla ilgili eleştirilerini canı pahasına da olsa, aynı örgütün temsilcilerine haykırmaktan geri durmadı. Gayrı İslami bulduğu PKK’ye karşı politikası şuydu: Kurduğu İslami cemaat asla onları karşılarına almayacak, ama onların ideolojilerinin yaygınlaşmaması için kültürel faaliyetlere ağırlık verecekti. Bu bakımdan Lübnan Hizbullahı modeline uyduğunu söyleyebiliriz. Ona göre Lübnan Hizbullahı İsrail’e karşı mücadelede sol örgütlerle işbirliği içindeydi ve bu olması geren bir durumdu. İslam dinine de ters düşmüyordu, çünkü İslam’da birinci öncelik zalime karşı bir olmaktı. Bediüzzaman’ın “İttihat ve terakki cellatlarına karşı gerekirse Ermenilerle birlikte hareket edilmelidir.” sözünü bu bağlamda delil olarak kullanıyordu.

Molla Abdulhakim’e göre Kemalist ideloji zulüm ve küfür üzerine inşa edilmişti ve PKK mücadelesinde, insan hak ve özgürlükleri bağlamında haklıydı, lakin seçtiği ideoloji yanlış ve din karşıtı boyutu sapkıncaydı. Molla Abdulhakim derslerinde öğrencilerine bu düşüncelerini anlatıyordu. Üstelik sadece öğrencilerine değil, kalabalık taziye çadırlarında, düğünlerde hep o konuşurdu ve herkes saygıyla dinlerdi, çünkü o davasına inanan ve şeyhlik iddiasında bulunmayan gerçek bir şeyhti. Devrimci bir şeyh! Çok mükemmel bir hatipti. Gün geçtikçe sevenleri ve takipçileri çoğalıyordu. Bu dönemlerde İran’a duyduğu büyük sempati, daha sonraları gittikçe azaldı. Bilhassa ölümüne yakın dönemlerde İran’ın da İslamiliğine karşı müthiş bir şüphe duymaya başladı. Artık İran onun için bir model olmaktan çıkmıştı. Çünkü onlar da Kemalist cuntacılar ve Baasçı Araplar gibi Kürtlere karşı faşizm uygulamaktaydılar ve ırkçıydılar. Bu arada Velioğlu iç kulis çalışmalarına tam gaz devam ediyordu. Bilhassa ateşli konuşmaları gençler üzerinde etkili oluyordu. Molla Abdulhakim ise hiçbir zaman onun tahriklerine prim vermedi ve hep itidalden; kansız bir irşat faaliyetinden yana oldu. Ne devlete, ne de örgüte karşı silahlı bir mücadele fikrine hiçbir zaman sıcak bakmadı. Ancak cemaat içinde gün geçtikçe etkinliğini daha da arttıran Velioğlu, öncelikle bu iki kişiyi, ruhani ve siyasi liderleri tahtlarından etmeye koyuldu. Bir süre sonra gizli kulis çalışmaları başarıyla sonuçlandı ve yanına büyük bir taraftar kitlesi toplamayı başardı. Bu kitleye, silahlı mücadelenin kaçınılmazlığı ve öncelikle bölge halkının başında ‘lanet tokası’(ki bu tabir bizzat Velioğlu’na aittir) olarak gördüğü PKK’nin yok edilmesi, bunun ardından da devlete cephe açılacağı fikrini işledi durdu. İkna ettikleriyle yeni bir kadro kurdu. Edemediklerini korku ve baskıyla sindirme yoluna gitti; bunu da başaramayınca onları teker teker ortadan kaldırmaya başladı. Nitekim bu mağdur alimlerden biri olan Molla Süleyman bu konuda şöyle diyordu:

“Ya bölgeyi terk edecektik ya da öldürülecektik. Eğer ölüm bize rejim ve PKK elinden gelecek olsaydı, biz bölgeyi terk etmeyecektik, zaten bunlardan gelen tehditlere rağmen biz bölgeyi terk etmiyorduk. Kaldı ki bizim önümüzde ölümden başka bir şey de yok. Ama aynı tehdit Hizip’ten gelince, yaptığımız istişareler doğrultusunda bölgeyi terk etmeye karar verdik. Bizi katletmekle sevap kazanacağını zanneden, zavallı bir gencin maktulü olmak istemedik.”

Molla Süleyman, PKK konusundaki görüşlerini ise şöyle dile getirmektedir: “PKK önceden beri karşılıklı diyaloğa açık değildi. Bulunduğum mıntıkadaki PKK taraftarları olgun ve tahsilli kişiler değildi. Dolayısıyla oldukça münasebetsizdiler. Ve sert bir şekilde bize yöneliyorlardı. Medreselerin zayıflamasıyla birlikte Kürt halkının önderlik pozisyonu da değişmişti. Değişen bu pozisyon PKK ve benzerlerinin eliyle Kürt halkına büyük bir dram yaşatmıştır. Kürdistan’ın bütün düzeni bozulmuştur. PKK ve benzerleri Kürt halkını, bir din karşıtlığı dalgasıyla karşı karşıya bırakmıştır. Halk bundan etkilenmiş gözüküyor. PKK, rejim kadar etkili olmasa da, Kürdistan’ın birçok yerinde medreselere yönelik saldırılar içerisinde olmuştur. Medreseleri dağıtmış, öğrencileri aşağılamış, dini değerlere saygısızlık yapmıştır.”(http://rohollahayatollah.b logspot.com/2006/04/mollasulayman- kursun-hocaefendi-ve.htm)

Bu arada gerek Molla Süleyman gerekse Molla Abdulhakim bölgede en büyük haksızlığa ve baskıya, ne devlet ne de PKK eliyle maruz kaldılar. En büyük zulüm Velioğlu’nun kontrolüne giren, yine Molla Abdulhakim’in tabiriyle “Hizb-i kontra” tarafından yapıldı. Molla Süleyman bölgeden hicret etmek zorunda bırakıldı. Molla Abdulhakim, önce kendilerini “özel yetkili devlet görevlileri” olarak takdim eden bir ölüm tipi tarafından kaçırılmak istendi ancak yakınlarının desteğiyle kurtarıldı. En sonunda güçlü bir aşiret olan akrabalarının yaşadığı Midyat ilçesine yerleşti. Burada da evi baskınlara maruz kaldı. En son emniyet ve askeri güçler bir şikâyet üzerine baskın yaptılar ve ikamet yeri değişikliğini karakola bildirmediği için silahına el konuldu ve bu nedenle hüküm giydi. Tabi burada önemli olan nokta şikâyeti kimlerin ettiği idi. Yok etme planları tutmayınca, başka bir etkisizleştirme planıyla birileri sürgüne, lider pozisyonundaki Seyyid Molla Abdulhakim de cezaevine gönderilmiş oldu.

Molla Abdulhakım önce Midyat cezaevine konuldu. Cezaevi çıkışında yine özel bir ekip onun ifadesine başvurdu. Bilgiler bu ekibin Özel Harp Dairesinden görevli subaylar oldukları yönündeydi. Molla Abdulhakim, bu ekibe kendileriyle hiçbir siyasi bağlantı içinde olmayacağını söyledikten sonra kendisini boşatılmış dağ köyündeki medresesine kapattı ve ölünceye değin orada yalnız yaşadı. Vefat ettiğinde taziyesinde, PKK, Hizbullah, Menzil, işçiler, patronlar, korucular, sıradan halk ve deliler dahil, tam bir izdiham yaşandı.

Cemaat ikiye bölündü.

Diyarbakır’da başlangıçta her ikisi de aynı cemaatin kitabevleri olan ‘İlim’ ve ‘Menzil’ iki ayrı hareketin karargahları halini aldı ve aynı zamanda bu hareketlerin adı haline geldi. Liderliğini Fidan Hocanın yaptığı “Menzil grubu”, silahlı mücadeleden yana değildi ve ilmi faaliyetlere ağırlık verdi. Liderliğini Hüseyin Velioğlu’nun yaptığı “İlim grubu” ise PKK’ye karşı silahlı mücadeleye girişti. Bu mücadele sırasında bir yandan PKK’nin şehir milislerini, diğer yandan da Menzili ve kendi içindeki muhalifleri katletmeye başladı. Bu süreçte Molla Ubeydullah Dalar, İhsan Hoca, Zehra Vakfı başkanı Molla İzzettin gibi büyük zatları katleden Hizbullah, Velioğlu’nun yönetiminde Ergenekon’un acımasız bir taşeron örgütüne dönüştü. Yani Hizbullah’tan Hizb-i kontraya… Merkezi de Kum, Bağdat veya Şam değildi artık; İstanbul Beykoz’du.

Hikâyenin bundan sonraki bölümü ise zaten herkesin malumu.

 

 

 

 

 

 

Ubeydullah Dalar

Adil Gülmez 14.03.2014 TİME TÜRK

Ubeydullah Dalar, adına yazılmış bir makale okudum.
Daldım, gittim, doksanlı yıllara…
Henüz İlahiyat Fakültesinde öğrenciyim.
Oldum olası şu İlahiyattan üniversite tadı alamadım gitti.
Taşradan gelmişiz, kanımız kaynıyor…
Üniversite ortamına gireceğiz diye heyecanlıyız…
Okul sanki özenle üniversite muhitlerinden uzakta tutulmuş gibi.
Civarda başka fakülte yok.
Öğrenci de yok.
Çeşitlilik olmayınca gürültü patırtı da yok.
Tıpkı geldiğimiz okul sanki mübarek.
Yüksek İmam Hatip Lisesi.
Halbuki biz kendimizin donanımlı yetişkin gençler olduğumuza inanıyorduk.
Karşımıza çıkacak farklı görüşlere mensup öğrencileri fikren bertaraf edebileceğimizi zannediyorduk.
Böyle bir ortamı fakültemizde bulmak pek mümkün değildi.
Biraz kravatlı arkadaşlarla uğraştık, biraz da hocalarımızla tartıştık.
Yoğun olarak Müslümanların iç meselelerini konuşurduk.
O da birkaç kelimeyi geçmez, her zaman “derslerimize iyi çalışarak kendimizi geleceğe hazırlamalıyız” temennileri önümüzü keserdi.
***
Okuldan daha ilk yıllarımda soğumuş kendimi okul dışındaki bazı faaliyetlere vermiştim.
Dergiler çıkartıyor, arada da okula uğruyordum.
İkinci dergimiz Yörünge’nin dümenindeydim.
Ülke bu güne göre çok farklıydı.
Güneydoğu üzerindeki sıcaklığı kaldırabilecek durumda değildi.
Birileri bu durumdan istifade etmede gecikmedi ve sıkıntılı süreç yeni bir aşamaya geçti.

Artık terör örgütü mensuplarından ziyade Müslüman bireyler suikastlarla birer ikişer ortadan kaldırılıyordu.
Bir gün gazetenin birinde küçük bir haber gözüme çarptı: Molla Ubeydullah Dalar şehit edilmişti.
Onu sadece kitaplarından tanıyordum.
Çok genç yaşında ona kıyanlar acaba hangi suçundan dolayı bu güzide âlimi katletmişlerdi?
Hiçbir zaman bu sorunun cevabı verilemedi.
***
Bunca yıl geçti.
Açılım sürecini yaşıyoruz.
İnsanlar gidişattan memnunlar.
Geçmişte “bu iş için kan dökülmesi gerekir” diyenler ve “terör bizim kozumuzdu bunu elimizden almalarına fırsat vermemeliyiz” iddiasında bulunanlar şaşkın ve çaresizler.
Milletin onlara dönerek “sizin kanla yapamadıklarınızı bu hükümet kan dökmeden gerçekleştiriyor, siz bizim evlatlarımızı boş yere heder ettiniz” demelerinden korkuyorlar.
Korku onları öylesine sıkıştırıyor ki neredeyse süreci işlemez hale getirebilecek taleplerde bulunacaklar.
Bir kere çatışma olmadan, kan dökülmeden de özgürlüklerin kazanılabileceğini gören halk artık eskiye dönmek isteyenlere imkan vermemeli.
Önümüzdeki seçimler bu yönüyle de çok önemli.
Artık faili meçhul cinayetler (failleri bilindiği halde kayıtlara öyle geçtikleri için) ele alınmalı, davaları gözden geçirilmelidir.
Bir karıncayı bile incitmekten çekinen Molla Ubeydullah Dalar cinayeti yeniden ele alınmalıdır.

 

 

Diyarbakır’ın Ubeydullah’ı

Ali YALÇIN Mart 2014 DEĞİRMEN DERGİSİ

Dalar’ın şehid edildiği 21 Aralık 1992 pazartesi günü hem işlenen cinayetin barbarlığı aşısından hem de seçilen hedefin kimlik ve kişiliği açısından önemli bir gündür.

Merhum Ubeydullah  Dalar ile  ilk kez, 1986 yılında, Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde  benden iki dönem üst sınıfta okuyan Mehmet Akalın’ın kaldığı evde  karşılaşmıştım. Orada bulunanlar, şu anda içeriğini hatırlayamadığım bir konu hakkında görüşlerini dile getiriyorlardı. Bir ara konuyla alakalı bir ayete bakmak icap etti. Ubeydullah Dalar benden, sure ve ayet numarasını söyleyerek, mealden bulmamı ve okumamı isteyince ben uzun uzadıya mealin sayfalarını çevirmiş sureyi ve dolayısıyla ayeti bulamamıştım. Kendisi elimden meali alıp sadece bir el hareketiyle bahsi geçen surenin ve ayetin bulunduğu sayfayı açmış ve oradan Arapça metin ve mealini okumuştu. Özelde şahsıma genelde de hepimize atfen “Kur’an okumayanlar nasılda hemen belli oluyor!” demişti şaka yollu. O gün için mahcup olmuşsam da hakikatten bir nüve içerdiği için o günü  akıl defterime kaydetmiş,  daha fazla Kur’an veya alakalı eserlerle iştigal etmeye çaba göstermiştim…

Sonraları samimiyetimiz arttı tabi…

O günlerde Arapça öğrenmeye çalışmak birçok kişinin ilgi alanındaydı ve ben de arkası getirilmeyecek ilk Arapça öğrenme devinimimi onunla yaşamıştım. Derken,  evlenip de ev tutacağım zaman da ona komşu olmaya özen göstermiştim. Şehid edilinceye kadar da komşu kaldık.

Şehitlik Camiinde imamdı.

Ubeydullah’ın kelime manasını Temel Sarf Kitabındaki (Emsile-Bina…) fiil çekimlerinde öğrenmiştim: Allah’ın küçük ve aciz  kulu!

“Ali gerçekten aciz ve küçücük kullardan başka neyiz ki? Allah bizi imanla  şerefli kıldığı için değerliyiz!”

Dalar’ın şehid edildiği 21 Aralık 1992  pazartesi günü  hem işlenen cinayetin barbarlığı aşısından hem de seçilen hedefin kimlik ve kişiliği açısından önemli bir gündür.cinayet cidden olabildiğince vahşicedir çünkü   sabah namazı çıkışında iri çivilerle güçlendirilmiş sopalarla kafasına defalarca vurulmuştu. Sanki amaç onu sadece öldürmek değildi de  ona eziyet çektirerek, birilerine göz dağı verip sindirerek bir mesaj veriliyordu. Mekân ise bir camii idi. Zira camide insan öldürmek tarihi arka planı itibariyle bin yıldan daha fazla bir derinlikten gelen bir hesaplaşmayı sembolize ediyordu.

Onu katledenler o gün sabah namazını kılmamışlar, Allah’tan gizli kalmayacağını unutarak, kendilerince gizli planlar yapıp namazdan çıkışı beklemiş ve saldırmışlardı. Allah’ın küçük, aciz ama şerefli kulunun özellikle başını hedef alıp defalarca darp etmişlerdi. Muhterem eşine dayandırılan rivayete göre,  bir gün öncesinin akşamında kendisini rahatsız eden tehlikeden, kendisine kast edeceklerin sabah namazını kılmadan bekleyeceklerinden bahsetmiş, eşinin “O zaman bu sabah namaza gitme, başkası kıldırsın” teklifine olumsuz cevap vermiş ve sabah namazını kıldırmıştı.

Sonuç ise bilinenden başkası değil.

Menfur olayın üzerinden yirmi bir yıl geçti. Ubeydullah Dalar’ın öldürülmesi hakkında çok şey yazıldı çizildi. Hedefe öncelikle Güneydoğu’da yapılanması olan bir grup kondu. Hatta o grubun kimi sözcüleri daha sonra, konunun artık tamamen deşifre edilerek özür beyan edilmesi gerektiği yönünde açıklamalarda da bulundular. Ben şahsen işin politik temasıyla ilgilenenlerden değilim. Kanaatimce Allah en iyi şahittir. Şimdi Diyarbakır’ı konu alacak bir dosya için Ubeydullah Dalar’ın hatırlanması, kimliği kişiliği açısından kimi tespitler yapılması açısından bu satırlar kaleme alınmıştır.

Ubeydullah Dalar hakkında yazı yazmak önceliği hiç şüphesiz onunla daha fazla teşriki mesaisi olan gerek Diyarbakır’dan gerekse Diyarbakır dışından saygın isimlerin hakkıdır. İnanıyorum ki bu saygın isimler daha kapsamlı çalışmalar yapma ehliyet ve liyakatindedirler. Esasen şu yazdıklarım,   Diyarbakır’da bulunduğum sekiz yılımın ve merhumla aynı ortamları paylaşmamın küçük bir hatırı mesabesinde değerlendirmelidir.

Şimdi, Şehid Ubeydullah Dalar ismi üzerinden Diyarbakır’dan bir kesit analizi yapabiliriz.

Güneydoğu’da amelde Sünni, akidede Şii,  Hareket Metodunda da PKK’cı karmaşaların ve kafa karışıklıklarının yaşandığı bir sancılı dönemin neticelerinden bir netice de hiç şüphesiz Ubeydullah Dalar’ın şahadetidir. Merhum Dalar, Güneydoğuda yoğunlaşan bu hali daha çok “Su çok bulandı ve daha da bulanık akacak” şeklinde ifade ediyordu.

O dönemlerde ülkemizdeki İslami söylemler temelinden gelişen radikalizmin bizzat kendi üslubu ve geçirmekte olduğu süreçlerin de etkisi azımsanmayacak boyuttadır.

Kendine has kişiliğiyle hafızalarda ve gönüllerde yer eden Ubeydullah Dalar’ı ilmi ve ilimdeki derinliğiyle hatırlarız.  Onda geleneksel bir mollayı veya modern algıyla asra dini yorumlamaya çalışan çağdaş bir din adamı karışımını görürüz.      Ayetullah Murtaza Mutahhari, Mısırlı Seyyid Kutup, Ali Şeriati ve Muhammed Esed başta olmak üzere daha ziyade son yüzyıl düşünürlerini kendisine örnek  aldığı söylenebilir. Arapça,farsça ve İngilizcedeki derinliği de  özel bir sorumluluk alanının ilgi ve alakası şeklinde yorumlanmalıdır. Yüzlerce talebesi Arapça öğrenmek için onun modern yöntemlerle dil öğretme çabasına şahittir.

Ubeydullah Dalar zaman zaman da dil öğrenmek isteyen ama ilim öğrenmedeki uzun ve sabır gerektiren yola tahammül edemeyen öğrencilerden şikayetçi dahi olmuştur.

Diyarbakır dışından  gelerek Ubeydulah Dalar’dan Arapça öğrenmek için beni aracı yapan bir arkadaşımı yanına götürdüğümde sırf benim hatırım için kabul  edebileceğini söyleyerek beni onurlandıran Dalar  daha önceleri ders verdiği öğrencilerden çok azının öğrenmeyi sürdürebildiğini, çok azının istediği gibi bir ders çalışma yöntemi uygulayabildiğini, devam ve program konusunda sabredemeyenlerin bir süre sonra bırakmak durumunda kaldıklarını, bu tür onlarca olumsuz deneyimin aslında kendi öğretme şevkini de kırdığını uzun uzadıya anlatmıştı. Ben de kendi payıma düşeni böylece almıştım. Çünkü  Arapça öğrenmeyi devam ettiremeyenlerdendim. Benim hatırım için bir istekliye Arapça öğretecek olması benim için cidden farklı bir duyguydu. Söz konusu arkadaşım Arapça öğrenmek için Suriye ve Mısır’da bulunmuş ancak beklediği seviyeye erişemeyince, tavsiye üzerine, Ubeydullah Dalar’a yönlendirilmişti.  Velhasıl, Ubeydullah Dalar uzun uzadıya kendi ders verme yönteminden bahsetmiş, ciddi bir ders çalışmanın ve öğrenmenin süreçlerini deneyimli bir hoca tarzıyla ve halim selimliğiyle anlatmış ve hatırlatmış, eğer bu denilenlere uyacaksa kendisinin de şevkle hem de uzun soluklu bir şekilde Arapça öğretebileceğini söylemişti. Karşılıklı bir mutabakat için Dalar esasen çok basit ilkelerden bahsetmişti. İşin özü bu prensipler bir tür ön şartlardı. Arkadaşım bu şartları kabul etmişti. Yalnız onun da Dalar’dan bir şartı vardı. Büyük bir tevazu ve ancak deneyimli bir göz tarafından fark edilecek gizli bir şaşkınlık içinde beklemişti söylenecek şartı.

“Hocam siz kâfir rejimin Dırar Mescitlerinin birinde  resmi bir namaz kıldırma memurusunuz. Akidem gereği sizin arkanızda namaz kılmak caiz değil. Bana, arkamdan namaz kıl diye bir şartınız ve beklentiniz olmamalı!”

Ubeydullah Dalar’ın yüzünün nasıl karardığını, üst üste nasıl yutkunduğunu halen hatırlıyorum. Böyle ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Göz göze gelmemeye özen gösterdiğimi hatırlıyorum. Ta ki, Hoca talebesi olacak kişiyle konuşuncaya kadar bu sürdü…

“Sen yeter ki ilim öğren! Arkamdan neden namaz kılmıyorsun diye dert etmem.”   dedi büyük bir tevazu ile…

Belki merak edeceksiniz… Beş ay sonra o arkadaşım da bazı önemsiz mazeretler beyan ederek ders almayı bıraktı.

Bu tecrübeden sonra Dalar ile mümkün mertebe bu arkadaş hakkında veya Arapça eğimi konularında konuşmamaya özen gösterdiğimi hatırlıyorum.

Sadece Diyarbakır özeli için değil tüm Türkiye’de kendi ilim sahibi insanlarına “nesne” muamelesi yapan radikalizmin birey özgürleşmesine katkı veremediğini gecikmeli de olsa gördük. O dönemlerde Ubeydullah Dalar ile aralarına mesafe koyanların, onu değersiz bir nesneden ibaret sayanların bakış açılarının, sorgulayıcı ve hükme bağlayıcı, yargılayıcı, hadım bırakıcı yaklaşımları üzerine daha fazla şey dememek için şunu belirtmeliyim ki suların olabildiğince kirlendiği ve bulanık aktığı Güneydoğu geneli ve Diyarbakır özeli için Ubeydullah Dalar kişiliği rahmet ve merhamet filizlenmesi açısından en değerli kişilik modelidir.

Bu kişiliğin en değerli kişilik modeli olmasını sağlayan haklı gerekçeleri açıklamaya başladığımızda Ubeydullah Dalar kendiliğinden hak ettiği yeri korumaya devam edecektir.

Eğer değerlendirme kriterleri açısından ilimde kariyer sahibi olmak, inandığı gibi yaşamak, mütevazı olmak veya halim selim olmak halen de geçerliliğini koruyorsa adil olan herkes ondaki bu hususları takdir edecektir kanaatindeyim. Siyasi ve politik dar açılardan bakmaya devam edenlerin de ondaki birikimden ötürü muhtemelen büyük takdirleri olacaktır.

Aslen Mardin Mazıdağlı olan Ubeydullah Dalar’ın kendi yöresinde sevilen ve ilmine saygı duyulan baba Molla Hadi’den ilk ahlak ve ilim dersleri almış olması esasen büyük bir hadisedir. Zira ilim sahibi ve ilme değer veren bir baba Allah’ın başlı başına merhametidir. Böyle bir babanın dizi dibinde ders almak da başlı başına üstün ahlaki bir özelliktir.  Ubeydullah Dalar mükemmel derecedeki Arapçasına daha sonradan bir o kadar seviyede Farsça ve İngilizceyi  ekleyerek içinde yaşadığımız zaman kesitinin hayati dillerini bilmenin bilincindedir. Eğer basit bir kriter olarak belirtmek gereği hasıl olmuşsa,   bu üç dilden KPDS dil sınavlarında doksan ve üstü almıştı. Yani coğrafi konumu itibariyle ülkemizi sosyal, politik ve siyasi olarak alakadar eden etkilenme ana kaynakların dillerine vakıf bir Ubeydullah Dalar örneği güzel bir örnektir. Başta Seyyid Kutup’un tefsirinden notlar şeklindeki Ahmet  Faiz’den  Fi Zilal’il Kur’an’da Davet Yolu(1-2-3), İmadüddin Halil’den   İslam Tarihi Bir Yöntem Araştırması ve Ömer b. Abdulaaziz, Şehid bint¸íl-Huda’dan  Peygamber ve Kadın, İmam Şafi’nin Er-Risale’si, M. Nezir’den  Çağdaş Müslüman Önderler, Muhammed Kutup’tan Taklitlerin Çarpışması, yaptığı değerli tercümelere örnek gösterilebilir. Anadili Kürtçe olan Dalar’ın tercüme çalışmalarında Türkçeyi de çok iyi derecede kullanmış olması da ayrıca önemlidir.

Şehitlik camiinde binlerce çocuğa Kur’an okumayı öğretmesi ve temel dini bilgilerle bu çocukları donatmaya çalışması takdire şayandır. Ondan Kur’an öğrenen çocukların Diyarbakır’daki ve bölgedeki din temelli şiddet olaylarına daha az  karıştıkları hususu , üzerinde başlı başına araştırma yapılacak bir husustur. Dalar şehit edildiğinde gazetelerde “Öğrencilerin” ibaresiyle taziye ilanı verenlerin taziye metinlerinde kullandıkları cümlelerdeki edep ve hakeza el ilanlarıyla taziye mesajı dağıtanların beyefendi tavırları dikkatimi çekmişti. Ondan Kur’an öğrenip de benim Diyarbakır’da bulunduğum dönemde üniversite öğrencisi olan gençlerin Ubeydullah Dalar’dan bahsederlerken onun halim selim, yapıcı, kavgayı önleyici, uzlaşıcı, yardımsever, hak hukuk tanır, sabırlı, hırstan uzak, Müslümanları ayırt etmeden seven ve kuşatan özelliklerine özenle vurgu yapmaları  önemliydi. Onu kendilerince “daha  iyi bir yerde” görmek isteyip de görememiş olanların eleştirilerinde bile belli bir saygınlık hemen seziliyordu. Evet,  Ubeydullah Dalar’ı bir cami imamlığına yakıştırmayanlar onun kendi camisinde katledilişine şahit olduklarında ilk söyledikleri şey onun samimiyetine dair şeylerdi. Dalar kendini vakfettiği bir mekânda hunharca katledilmişti. Camide Müslüman öldürenlerin genelde Harici bir mantığa sahip, aklen iman etmeyi başaramamış olanlar olduğunu tarihin derinliklerinden alıp örneklemeye başlarsak göreceğiz ki,  içinde ibadet edilen mekanlarda Müslüman öldürenler en çok emperyalist fitneci güçlere hizmet etmişlerdir. Allah’a şükürler olsun ki bu kirli süreçte Ubeydullah Dalar masum insan öldürmeyi helal gören anlayışların tarafında ve safında olmamıştır. Güneydoğu ve Diyarbakır bir bütün olarak değerlendirildiğinde de görülecektir ki Ubeydullah Dalar’ın bakış aşısı eli kanlı insanların saffına katkı vermemiştir ve bu haliyle Dalar’ın duruşu Allah’ın murat ettiği hale daha yakındır.

Şahitlik yaparak diyebilirim ki Ubeydullah Dalar’ı sevmeme sebep olan en temel özellikler onun kişiliyle alakalı hususlardır. Onun o fıtri halini her zaman çok sevdim. Sekiz çocuğu vardı, (şahadetinden kısa süre bir evladı daha dünyaya gelmişti), misafir olarak evine gittiğim zamanlarda çocuklarıyla iletişimi, onlara verdiği değerin derinliği muazzam derecedeydi. Bazen kendini ufak çocuklarına öyle kaptırırdı ki misafir konumundaki beni unuttuğunu zanneder onu izlerdim. Onun kişiliğinden incinen kimseyi hatırlamadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bu özelliğinden olsa gerek Diyarbakır içinde ve dışında kimi anlaşmazlıkları çözmek için beraberinde beni götürdüğünü hatırlıyorum. Diyarbakır’da terzi olan birinin bir camia tarafından tehdit edilmesi üzerine o camianın yoğun uğradığı kitapevine beraber gitmiştik.  Onların önde gelenlerinden bahsi geçen terzi için arabulucu olmuştu. Ne var ki o önde gelenler Ubeydullah Dalar’a bir sürü hakaretler etmişlerdi. O ise sakin bir şekilde “Allah sizi ıslah etsin!” deyip çıkmış ve yolda da hüngür hüngür ağlamıştı. Beni en çok etkileyen şey ise yol boyu onlar için hayır dualar etmesiydi. Ben bir kez daha Ubeydullah Dalar’ın tarzını nebevi ahlaka uygun bulmuştum.

Ubeydullah Dalar’ın bir an önce cami imamlığını bırakması gerektiğini, “bir alim olarak daha onurlu bir işte çalışması gerektiği” hususunu savunan kimi arkadaşlarımız rızkı verenin Allah olduğunu (amenna) söylerlerken, “Mesela ticaret yapsın, Ebu Hanife de bir alimdi ve resmi bir görevi yoktu!” kıyasıyla onun da en azından ticaret yapması gerektiğini onun iyiliği için isterlerken,   daha cümleleri bitmeden, “Yok ya onun kişiliği ticarete göre değil! Bir hafta sonra iflas eder! Çocukları perme perişan olur!” kanaatine varıyorlardı. Kanaatimce de Ubeydullah Dalar’ın ailesini geçindirmek için bir maceraya ihtiyacı yoktu ve daha da önemlisi ona göre camide çocuklara Kur’an öğretmek vazifelerin en değerlisiydi.

Ubeydullah Dalar’ın ilim öğrenme ve öğretme tarzında geleneksel ve modern temaların yoğun bir şekilde öne çıkması gerek öğrendiği farklı diller üzerinden kendisini geliştirmesi gerekse, son zamanlarda merak sardığı Hukuk Fakültesi’nde okuma isteğinde olsun benim dikkatimi çeken başka bir özelliğiydi. “Hocam imamsın demedikleri kalmadı, hukuk fakültesi de okursan kesin bu kâfir düzende avukat, hâkim, savcı olacak, demeye başlayacaklar.” dediğimde sadece tebessüm etmişti. Gerçekten de Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandığında hakkında birçok dedikodu yapılmıştı. Şehit edildiğinde okulunu bitirmek üzereydi. Bu manada da ondan geriye, kendini ve insan yetiştirmenin örneklik boyutundaki azim ve çabası kaldı hafızalarımızda.

Hukuk fakültesi öğrencisiyken kendisinde gözlemlediğim en belirgin değişim Kur’an’ı günümüze yorumlarken daha çok çağdaş fikirlerden örnekler getirmesi, kıyaslarını daha rahat yapmasıydı. Bölgedeki ve özellikle de Diyarbakır’daki fikirsel ayrılıkların temelinde her ne kadar Kur’an’ın hakkıyla anlaşılmadığına dair yorumları var idiyse fikirsel ve mezhepsel ayrılıkları daha temkinli sorguluyordu. Sanki farkına vardığı bir bela sadece kendisi etrafında değil de hemen herkesin etrafındaki tehlike halkasını daraltıyordu ve süreç geri dönüşümsüzdü. Sanki daha güvenli bir liman arıyormuşçasına avam insanların arasında daha fazla zaman geçiriyordu. Halkla iç içe olmak, onlarla daha fazla zaman geçirmek, daha sakin sohbet ortamları arayarak karmaşadan uzak kalmak… Suyun gitgide bulandığını görüp de kirleticilerden uzakta kalmak gibi bir çaba gösterir gibiydi. Sebebi veya türü ne olursa olsun bölünmüşlüğün, ayrılığa(tefrikaya) düşmenin toplu bir zafiyet getireceğini yinelemesi anlamlıydı.

Daha önceleri kendisinden duymadığım şekilde Kürt halkının kaybedilmiş haklarına vurgu yapması, bu halkın ikilemlerde kalmasına değinmesi, temel hak ve değerlerden mahrum bırakıldığına vurgu yapması ve Müslümanların gündemine bu konuların daha fazla girmesi gerektiğine değinmesi de bu son dönemindeki belki kısmi değişiminin belirtileriydi…

Özellikle son yılında hakla veya avamla iç içe olmanın bahsi açıldığında, İslam’ın halka daha basit bir dil ve vesilelerle anlatılması görüşüneydi. Gruplaşmalardan kaynaklanan her yaklaşımın yeni gruplaşmaları ve bölünmeleri getirdiğini, grup bakış açısıyla daha acımasız tarzların geliştiğini bu manada halkın daha temiz kalmayı başardığını ve halka saf bir İslam anlatımıyla yakın durmak gerektiğini dillendiriyordu. Çay ocaklarında oturmak, halktan kişilerle sabah kahvaltısında birlikte peynir ekmek yemek – ki Diyarbakır’da o dönemlerde böyle bir gelenek vardı-  benim de şahit olduğum özelliklerindendi.

Ubeydullah Dalar’ın yüzünde belirgin bir hüzün vardı. Masum, sakin, kırılgan, içli, hassas bir yüz. O masum yüze dökülen gözyaşlarını (kitapevi dönüşünü kast ediyorum) hiç unutamam… Halindeki saflık, ifrat veya tefritten uzak kalmanın, olabildiğince vasat olmanın, başta cemaati ve öğrencileri olmak üzere hemen herkese merhamet sahibi olmanın saflığıydı kanaatindeyim. Şahadetinden bir gün sonra alışverişimi yaptığım bakkalın üzüntüsü kayda değerdi. “Büyük bir Allah adamını vahşetle öldürdüler! Allah bu topluma azap verse yeridir!” Onu, “Allah adamı” olarak adlandıran ümmi bakışın,  ona şahitliğinin onda birini okumuş entelektüel birikim gösterebildi mi bilemiyorum. Ömür boyu yetiştirilemeyecek bir model kişilik olan Dalar’ın bundan sonraki süreçlerde insan yetiştirme mekanizmalarında da model alınması gerektiği kanaatindeyim. Ubeydullah Dalar’ın grupsal çatışmalar veya kümelenmelerin dışında kalarak halka yakın olmayı tercih etmesi ve halkın bilinçlenmesi gerektiği şeklindeki  yaklaşımı esasen bir hayrın başlangıç noktasının tespiti açısından önemlidir. Zira,  Müddessir Suresi altıncı ayette geçen  “daha çoğunu isteyerek (karşılık bekleyerek) iyilik yapma” hali men edilen bir haldir ve halkın içinde hiçbir beklenti olmaksızın insan yetiştirme geleneği açısından Ubeydullah Dalar örneği belki yüzlerce örneği gibi değerlidir.

Ülkemizde insan yetiştirmenin önemi giderek artmaktadır. Dalar’ın öldürülmesi üzerinden geçen bunca zamana rağmen faillerinin net bir şekilde ortaya çıkartılmamış olması çok yönlü bir nakısa olarak durmaktadır.

Ubeydullah Dalar kişiliğinin az da olsa hatırlanmasına vesile olan bu dosyayı da önemsediğimi belirtip   insana verdiği emek açısından hayırlarla yad ettiğimiz Ubeydullah Dalar’a Allah’tan rahmet diliyorum.

 

VAHŞET YILLARININ TETİKÇİSİ YENİDEN Mİ?

http://www.dargecithaber.com/haber/2760-vahset-yillarinin-tetikcisi-yeniden-hortlatilmak-mi-isteniyor     2015-01-07
Bu kirli ittifak bir süre sonra domuz bağı ile katledilen insanların yer aldığı toplu mezarlar ve belgelerle ortaya konurken, son günlerde özellikle Cizre’de hareketlenen Hizbullah geleneğinden gelen Hür Dava Partisi, devlet güçleri ile birlikte hareket ederek 90’lı yıllardaki konsepti tekrardan devreye koymaya çalıştığı değerlendirmeleri yapılıyor.

Bölgede PKK ile devlet arasındaki çatışmaların en şiddetlendiği 90’larda, devlet köy yakmalar, toplu ve yargısız infazlar, zorla göç ettirme, işkence ve her tür özel savaş aygıtını devreye koyarak, halk ile PKK arasındaki bağı koparmaya çalışmıştı. PKK’nin bölgede güçlenmesine karşın devlet kanunların dışına çıkarak, polis ve asker içinde paramiliter tetikçi gruplar oluşturdu. Bu tetikçi gruplara daha sonra PKK itirafçıları da dahil edildi. Her gün “faili meçhul” cinayetler işleyen tetikçiler de istenen sonucu vermeyince Hüseyin Velioğlu’nun liderliğini yaptığı ve Diyarbakır’da örgütlenen “İlim” grubu din kisvesi altında paramiliter güç olarak devreye konuldu. Kontravari eylemlerle ses getiren grup, yüzlerce “faili meçhul” cinayete imza attı. Bölgede hizbul-kontra diye anılan grup, “domuz bağı” ile işlenen vahşi cinayetler ve mezar evlerle uzun süre gündemden düşmemişti.

‘İlim’ grubu ve JİTEM

Gruba ait hurseda.net internet sitesinde Velioğlu’nun yaşamının anlatıldığı bölümde, Velioğlu’nun kentlerde örgütlenme yerine kırsal kesimlere yöneldiği anlatılıyor. Ancak JİTEM’in kurucusu emekli Albay Arif Doğan, Velioğlu’nu 1987’de çağırıp kentte örgütlenmesi yönünde direktif verdiğini belirterek, “Hizbulkontra’yı da ben kurdum. Şimdiki Hizbullah değil. Hüseyin Velioğlu’nun ilk kurduğu teşkilatı ben kurdurttum. Ben herkesten iyi mücadele ettim. Ben baş koymuşum, bu vatana hizmet etmişim. JİTEM’i kurdum da hata mı ettim. Biz karşı propaganda faaliyetlerinde bulunmak amacıyla o sıralarda Batman bölgesinde ajan ve muhbir olarak kullandığımız Hüseyin Velioğlu adlı çok akıllı bir kişiyi görevlendirdik… Ülkücü tandanslıydı. Milliyetçiydi. Bunun üzerine Velioğlu’nun kendi seçtiği adamlardan bir kadro faaliyetine başlamasına imkan verdik. Gercüş bölgesinde istihdam edilmeye başlandılar… O zaman Hizbul-Kontra içinde geçici köy korucularının da olması gerekirdi. Çünkü biz onları oraya gönderip ayrıca koruyamazdık, ama onların içinde silahlı unsur olursa bir iki karşılık verirse, bunun üzerine GKK’da Hizbul-Kontra’nın içine katıldı, bunu kimse bilmez” demişti.

‘İlim’ grubunun katliamları 

Diyarbakır, Batman, Mardin ve Bingöl gibi illerde silahlandırılan “İlim” grubu üyeleri, sokak magandaları gibi ellerinde satır, döner bıçakları, demir sopalarla pervasızca halka yöneldi. Kendilerini “Allah’ın askerleri” olarak tanıtan grup, duyarlı din insanlarını, yurtsever, demokrat kişileri ve siyasetle ilgilenen öğrencileri hedef aldı. Sokak ortasında insanlara satır ile saldıran grup, sokaklarda kız çocuklarının bacaklarına kezzap dökerek eşi benzeri görülmeyen vahşet uyguladı. Grup zekat ve yardım bağışında bulunmayan bir çok esnafa şiddet yoluyla baskı uyguladı. Bu vahşetle yetinmeyen kontralar, 1990’da Şehitlik’te cami imamı Ubeydullah Dalar’ı sabah namazı çıkışında sopalarla katlederek, dindar insanlara da yöneldi.
(………)
Devlet alenen destek verdi

Emekli Albay Attila Uğur verdiği bir demeçte Hizbul kontranın devlet tarafından korunduğunu şöyle itiraf ediyordu: “1994 başlarında bir tim komutanım görevinden dönmüş, bana rapor vermişti. Bir köyde iki kişi yakalamışlar. Şahısların üzerinden iki uzun namlulu tüfek, el bombaları ve Takarof marka iki tabanca çıkmış. O dönemde Takarof’u sadece Hizbullah kullanırdı. Şahısları görmek için nezarete ineceğim sırada santral görevlisi geldi, üst düzey bir yetkilinin beni aradığını söyledi. ‘O adamları hemen bırakın, onlar PKK’ya karşı savaşıyorlar’ diyordu, telefondaki yetkili.”

Hizbulkontra’nın bu gerçeğine ilişkin, Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu Başkanı, Nevşehir Milletvekili Mehmet Elkatmış ise şunu aktarmıştı: “Hizbullah, PKK’ya karşı devletin kurdurduğu, beslediği, büyüttüğü bir örgüttür. Zaten derin devletin bir politikası var: ‘İti ite kırdırmak’. PKK’ye karşı da bu yöntem kullanılmıştır.”

OHAL Valisi Hayri Kozakçıoğlu ise “JİTEM, MİT ve Emniyet’in Hizbullah‘la o dönem istihbarat alışverişi yapması gayet doğal bir durum” diye itiraf ediyordu.

Hizbul-Kontra elemanları yıllarca Batman’ın Gerçüş ilçesine bağlı köylerde askerler tarafından eğitildi. Bu durumu dönemin Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek şu şekilde itiraf ediyordu: “Bunların Gercüş’ün Çiçekli, Sekilli ve Gönüllü köylerinde kampları var. Silah eğitimini de jandarmadan gelen bazı subay ve astsubaylardan alıyorlar.”

Milletvekili Eyüp Aşık ise “Güneydoğu’da terörle mücadelede devletin en etkili üç silahı vardı. Özel tim, koruculuk ve Hizbullah diyerek, devletin bu örgüte bakış açısının ipuçlarını veriyordu.

Tüm faili meçhul cinayet, işkence ve baskılardan haberdar olan, ancak kendisine verilen özel görevi yerine getirmekle meşgul OHAL Valisi Ünal Erkan da “PKK çökertilmedikçe, Hizbullah tipi militan örgütleri çözmeye yönelik niyetli değiliz” itirafında bulunmuştu.

Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu ise Hizbullah ana davasında tanık sandalyesinde verdiği ifadesinde, Hatay İl Emniyet Müdürlüğü yaptığı 1991 yılında Hatay’daki şehir kulübünde Adana Jandarma Bölge Komutanı olan Tuğgeneral Temel Cingöz ile İl Jandarma Alay Komutanı Vicdan Başaran ile yemek yediklerini anlattı ve “Kapının önünde uzun boylu, esmer bir kişi vardı. Ben Cingöz Paşa’nın koruması zannettim. Paşa ‘Unuttuk onu’ diyerek masaya çağırdı” dedi. Orakoğlu, 1991 yılında gördüğü bu kişinin daha sonra İstanbul’da Hizbullah operasyonunda ölü ele geçirilen Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu olduğunu öğrendiğini söyledi.

 

Aralık ayı şehidlerinden Molla Ubeydullah Dalar

MEHMET ALİ TEKİN 25 ARALIK 2017 GERÇEK HAYAT

Bundan tam 25 yıl önce hunharca bir cinayet işlendi. Kendisini tanıyanlarca, Güneydoğu’nun Şeriati’si olabilecek bir kişi olarak tanımlanan Molla Ubeydullah Dalar, 21 Aralık 1992 günü, sabah namazını kıldırdığı Şehitlik Camii avlusunda, arkadan başına sopalarla vurularak hunharca şehid edildi.

Molla Ubeydullah ile ilk tanışmamız, Diyarbakır Silvan’da 1988 Aralık ayında askerden terhis olduktan sonraya rastlar. Silvan’dan tezkeremi aldıktan sonra, Diyarbakır’da özellikle tanışmak istediğim için, görev yaptığı camiye giderek kendisiyle görüşüp, konuşmuştum. Daha sonra da muhterem babaları Molla Hadi Dalar 1991 yılında vefat ettiğinde, taziye için gittiğim Mardin’de görüşüp sohbet etmiştik.

Çocukluğunda babası Molla Hadi’nin medresesinde ders okudu. Babasından icazetini aldığında, aynı zamanda Diyarbakır İmam Hatip okulundan da mezun oluyordu. Evlendikten sonra, Ankara ODTÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi. Aynı zamanda çalışarak ailesinin geçimini temin ediyordu. Büyük şehir hayatına uyum sağladı ve 5. yıla girmeden Ankara’yı terk etti. Cizre’ye döndü, vaizliğe başladı. Kısa zamanda Cizre halkı tarafından sevilen, saygı duyulan birisi olmuştu. Vaazlarını Diyanet’in isteği doğrultuda yapmayınca problem oluşmaya başladı.

Bir müddet sonra vaizliği de bırakıp Diyarbakır’a yerleşerek saat tamirciliğine başladı. 3 yıl kadar bu işle nafakasını temin etti. Arkadaşları ve çevresinin baskısıyla; Et Balık Kurumu işçilerinin yaptırdığı Şehitlik Camii’ne imam-hatip olarak atandı. Bu görevi esnasında Arapçadan Türkçeye kitaplar tercüme etti. Yayınlanan 8 kitabının en önemli ikisi Fizilal’de Davet Yolu ve Ömer bin Abdulaziz’dir.

Cami cemaati Et Balık Kurumu işçileri onu sürekli ziyaret ediyor, tavsiyelerini istiyordu. Cuma hutbelerini dinlemeden özel ve toplumsal sorunlar hakkında kesin konuşmaktan kaçınan bir cemaati oluşmuştu.

Tüm bu hasletleriyle (halkın ve çevresinin beğenisini kazanmış olmakla) bazılarını rahatsız etmiş, uykularını kaçırmış oluyordu. Karanlıkta yaşamayı kendilerine hayat tarzı, şiddeti ve zulmü ideoloji edinmiş çevreleri Molla Ubeydullah’ın çevreye saldığı nur rahatsız edecek ve onun hakkında kötülükler düşüneceklerdi.

21 Aralık günü sabah namazından sonra, henüz güneş doğmadan o çevrenin ve Diyarbakır’ın güneşini gruba götüren cani eller, geride saf ve berrak bir İslami anlayış ve en büyükleri 14 yaşında olan 8 çocuk ve zulmün örtülü dünyanın karanlığına gözlerini açacağı günler yaklaşan bir bebek bıraktılar.

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir